Assassin's Creed'in yaklaşmakta olan yeni oyunu tam da bu döneme dayanıyor. Oyun'un ana karakterini dizinin Cnut karakteri yani Magnus Bruun seslendirecek. Alfred ile olan yakın bağına dair de kesin açıklamalar yapıldı. Alfred bir antagonist olacak ancak kesinlikle ana düşman olmayacak dendi. Ben de Last Kingdom'dan esinlenecek bazı bölümler olacağına dair bir analiz gerçekleştirdim. Pagan vikinglerle yağma yapmaya yaşamaya devam edebilmek gibi ikinci bir seçeneğimiz de Hristiyan veya Pagan İngilizlerle temas kurup onların kültürünü, inancını keşfetmek. Oyunda Eivor bir yerleşke kuruyor ve yerleşkesini zenginleştiriyor tıpkı dizide Uhtred'in yaptığı gibi. Oyunun yapımcılarından biri vikinglerin hala daha İngiltere'nin putperest tanrılarına ibadet eden kabilelerle tanışabileceğine dikkat çekiyor. Dizide buna dair bazı sahneler var. Pagan Briton kabileleri gizliden yaşantılarını sürdürüyor. Kral Peredur.. Oyunun Cinematic Trailerında gördüğümüz Alfred birebir dizideki Alfred. Aynı şekilde modellenmiş. Eivor'u Uthred'in bir benzeri olarak görmek mümkün. Kral için görevlere çıkan ve onun değişimini izlerken tapınakçıların tarafına çekildiğine seyirci kalmak ve elden bir şey gelmemesi durumu görülebilir. Ya da Kral için çalışan bir suikastçı..Reddit girdilerinden birinde AC:3'teki gibi suikastçı kardeşlerimizin kırmızı urba giyip bizi esir alıyormuş gibi yaptıkları aldatmacalı oyunlara yer verileceğine dair bir yazı okumuştum. Dizide de aynı şekilde Dan yani Viking zırhı giyen Saksonların yağma yaptığını görüyoruz. Last Kingdom 866 yılı ile açılıyor ve 871 yılı ile olaylar tam olarak başlıyor yani oyunun başlayacağı yıldan sadece iki sene önce. Dizi ile ilgili eleştirim: Kişinin kendi kaderini değiştirebileceğini vurguluyor diyebilirim. Varoluşsal tematik bir durum. Uhtred aidiyet arayışında olan bir kişi. Ve dönem, ve kültür ve savaş şartlarından dolayı da biraz makyavel bir kişiliği oluşmuş. Bu kişiliğin yıkılıp yıkılmaması gene bireye bağlıdır, kader diye bir şey yoktur düşüncesini "her şey kaderdir" mottosu ile sunuyor. Diziyi ilk sezonla değerlendirmek biraz yetersiz kalır. Kitabı kapağından yargılamayın. Diğer sezonlarda gelişimini ve insanların hayatta onu nasıl gördüğünü mutlaka kendi gözlerinizle izleyiniz. Kişi kadere yön verebilir. Dokuzuncu yüzyıl olmasına rağmen o kadar günümüzden ki. Aynı şekilde birey bazı alt kültürlerce ırk, din, dil, cinsiyet açılarından dışlanınca toplumsal koşullarda uyumsuz olarak görülür bu durum da sosyal fobiye, pragmatizme, nihilizme meyil verebilir. AC: Valhalla'nın karakteri Eivor'un böyle bir kişiliği olursa ki iki tarafta da müttefikler oluşturabilmek için Uhtred benzeri bir karakteri olması gerekmekte; oyuncular bir varoluşsal yolculuğa da çıkmış olacaktır. Zaten rpg mekanikleri kader yazmak ile ilgili çok sağlam bir özellik. Bir oyun, oyun olmak dışında dijital anlamda sanatsal bir platforma taşınmalı.
Filmle ilgili bir sürü yorum okudum çoğu olanı görüyor ya da anlamıyor. Sadece görünenlerle dünyayı değerlendiriyoruz. Filmi alıp üçe bölsen üçü de ayrı birer şaheser olabilecek değerde. Varoluşçuluk teması bu kadar mı sezilemiyor hayret ediyorum insanlara. Film aşk filmi falan değil. Gerilim ya da Dram'a da yakıştıramadım ben. Baba baba festival filmi. Tam bir argüman. Tartı, gölge, golf, seçilmiş tek müzik, alet çantası bunlar da birer sembol. Onarıcı kabiliyetleri olan bir insanın duygulara mekanik yaklaşamayacağını kanıtlıyor. Golf: Sürekli tekrarlanan hareket mekanik enerjidir. Tıpkı sabah uyanıp, yattığımız yerden kalkıp, yüz yıkayıp güne başlamak ve gece gene uyuya kalmak gibi. Eylem yapmadan düşünce gücüyle gerçekleştirilen hareket kinetik enerjidir. Filmin sessiz her anı bir rüya sekansıdır. Bu nedenle romantiktir. Çünkü hayatta sessizlik mümkün değildir. Saatin tiktaklarını işitmeye ihtiyacımız var. Gerçekliğe kendimizi inandırabilmemiz için. Devinim halinde olmayan durağan bir eylem çünkü durmak da bir eylemdir; statik enerjidir. Dururuz, dinleriz, anlarız. Başka bir açıdan konuşmayız, anlaşılmayız ve sonunda suçlanırız. Bizim eylemlerimiz başkalarının yargılarını belirler. Hayatta sadece yargıç olmamak zaman zaman düşünür de olmak gerek ki her zaman yargılayan değil sorgulayan da bir yapımız oluşabilsin. Hayatın kendisini bu kadar net ifade ettiği için de bir şaheserdir bu film. Mekanik yapıların içinde kendi mekanik yapımızı oluşturduğumuzda bu bizim doğalımız olur. Tıpkı sürekli tanımadığı insanların evlerine tüm endişelerden kurtulmak için önlem alarak girmek gibi. Kapılara sılan broşürler evlerin boş olduğunu bir hikayesi olmadığını göstermez ya da kanıtlamaz. Endişe de kuşku da korku da daima vardır. Oyunculuk yapıyorum ve film beni şu fikre yöneltiyor. Sahnede doğal oynamaya çalışıyoruz ama hayatın kendisi o kadar mekanik ki, kornalar, zil sesleri, saatin tiktakları vb.. bunların içinde doğal gelişen bir hayat yaşamıyoruz. Hayat doğal değil doğalın içinde de değil. Sahnede doğala ulaşmak için mekanik metotları kullanmamızın nedeni bu. Hareket duyguyu, duygu hareketi getirir düşüncesi. Bu bağlamda başkasının doğal yaşantısı ile benim doğal hayatım hiç karşılaşmıyor aslında. İki mekanik hayat karşılaşıyor ve başka mekanikler yaratıyor. Filmde evlerine girilen aileler (Uyumlu olmak için güçlü olmanın gereğini vurgulayan boksör, merhamete değer vermeyi mecbur kılan oyuncak silahlı aile, akraba ilişkilerine değer verme zaruriyetini gösteren sürekli yaşlı babalarını arayıp soran oğul ve gelin, ekonomik özgürlüğü ve eril gücü simgeleyen fotoğrafçı vb) golf oynayan koca, evli barklı uyumlu kişiler örnek vatandaşlar. Ve zaman zaman bu insanlara benzemek isteyen uyumsuz kişinin uyumlanmayı kabul etmemesi, mesela kişi golf ne kadar çekici gelse de ve aynı mekanik hayatları taklit yoluyla denemek istese de kendi düşünce gücü ile özel hissetmek için alternatif bir gerçeklik yaratarak farklı bir golf mekanizması yaratıyor ve bu da mekanikleşmenin önlenemezliğine bir atıf ve ne yazık ki kendi tasarılarımız yüzyıllardır kurulu düzeni ayakta tutan tasarılardan daha güçsüz o nedenle ip koptuğunda bu durum başka canlılara zarar verebilir. Bu mekanikleşme, tasarlanacak çocuklarla ulusal değerleri, toplumsal normları koruma ihtiyacına dönüşür. Mekaniğe dur demenin yolu ruha ulaşmak, sanata, güzele ulaşmak. Mesela bir headshotu kendince parçalara ayırmak ve kendi tasarını yaratmak bunun sinyali olabilir. Ruha ulaşmak için tüm enerjileri yaşamak gerek. O zaman tartı gerçeği ya da inandığımızı (görünmeyen pinpon topunun varlığına inanmak), onardığımız tartı idealimizdekini(topa inanan ve onu elinden alan diğer mahkum) göstermeyecek. Hakikat 0'dır, ruhtur. Ona ulaşma yolunda engeller, düzen güçlerinin öğretileri, empoze ettiği kavramlar vardır. (İki düşünceyi ayırmaya çalışan uyumlu gibi görünen ama aslında aynı hücreyi paylaşan diğer mahkumlar) Bunu da gardiyanın deneysel varoluş süreci çok net aktarıyor. Başta tek ihtimal vardır. Sonra başka bir ihtimal olabileceğini fark edersin ve kendi ihtimal düşüncen çürümeye başlar o zaman sinirlenir ve şiddete baş vurursun. Üçüncü ihtimalde kendini hazırlar ve akıl ile mantık yolunu devreye sokarsın bir şeyleri çözebileceğine kendini inandırırsın ve bu haz gene şiddete dönüşür. Sonunda üçten dörtten fazla ihtimale tanık olduğunda mağlup olur hayattan darbeni yersin. Bahçeye giren yabancıyı bir anlık doğal kabul etmek korkuya, endişeye, kuşkuya dur demek statik enerjiyi yaşamaya çalışmak sonraki seferlerde onu hiç fark etmeden huzur içinde yaşamanın mümkün olduğunu gösteriyor. Bazen bize öğretilen anormal düşünceler hakikatte normal olan olabilir. Ki zaten normal ile anormal arasında kaç seviye olduğunu bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz için anormali istedikleri gibi bize göstermekte özgürler. Ama bizim özgürlüğümüz de "anormalleri" normal kabul edebilmek. Kelimeler bazen ifade gücümüzü kısıtlıyor evet. Nasıl hafifledim bir bilseniz..
Araminta "Minty" Ross'un Harriet Tubman olma hikayesi anlatılıyor. Harriet Tubman olduktan sonraki eylemlerine çok fazla yer verilmemiş. Aktivistleri destekleyen biri olarak (özellikle de kölelik karşıtıysa) filmi ortalamanın üstünde buldum diyebilirim. Eskiden Yeraltı Demiryolu örgütü ile ilgili yaptığım araştırmalarda edindiğim isimleri görmek beni sevindirdi. John Brown, Thomas Garrett, Frederick Douglass vb.. Hatta ne zaman kıvırcık bonus saç ya da uzun sakal göreceğim diye ekrandan bir an gözümü ayırmadım. Tarihi kişilikleri sadece sembolik olarak göstermelerine biraz üzüldüm. Karakterlerine aforizmarına da yer verilsin istedim ama bu Harriet'in hayatı onların değil. Ben Harriet Tubman'ı silahlı mücadeleye açık bir abolitionist olarak biliyordum yanlış biliyormuşum. Kaldı ki hayatı boyunca onca ıstırap, zulüm görmüş birinin acı çektirmesi ya da can alması hoş olmazdı ki bence bu psikoloji de çok iyi yansıtılmış. Kansas müzik gurubunun albüm kapağından aşina olduğum John Brown'un Newton Knight'a benzer gerilla savaşlarını göremeyeceğiniz bir film. Sadece aksiyon bulmak amacıyla izleyenlere uyarımdır. Beklentinizi bu film karşılayamaz. Filmde bazı trikler ve sembolik anlatımlar beni etkiledi. Özellikle sinyal olarak kullanılan plantasyonlarda söylenen köle şarkıları.. Plan esnasında yüksek sesle söyledikleri bir an bekledim valla ne yalan söyleyeyim. Ya bazı şeyler çok aceleye gelmiş düşünülememiş ki her zaman ilk bahanedir, ya da anlatılmak istenenden uzaklaşmak istenilmemiş. Bir biçime karar verildiğinde ondan sapmak ya da tamamen biçim değiştirmek filmin kavgasını kötü yönden etkileyebilir. Yeni şeyler öğrenmek de hoşuma gitti. Örneğin siyahi denizcilere Black Jackler dendiğini bilmiyordum. Ya da Yeraltı Demiryolu üyelerine kondüktör dendiğini. Harriet Tubman'ın İç Savaş sırasında faaliyetlerini sürdürdüğünü biliyordum ancak filmin finalindeki gibi bir faaliyet beklemiyordum. Moses gibi bir lakap.. Bir şeylere isim takmak konusunda çok iyiyiz. Musa da köle gibi yaşayan Yahudileri Mısır'dan kurtarmıştı. Ve Kızıl Denizi ikiye yardığı için de ırmak benzerliği yakalanabilir. Film oldukça ağır ilerliyor ne yazık ki sanki bir günlükten sayfa sayfa okunmuş ve yazılmış gibi ancak son yarım saatte zaman o kadar hızlı geçiyor ki keşke biraz daha uzun olsaydı diyorsunuz. Açıkçası ben dedim. Bireysel yolculuk bittiğinde film de bitiyor. Irkçılıkla mücadelenin toplumsal boyutunu fazla göremiyoruz ki belki de abolitionistlerin sayısının az olmasından kaynaklı ama eksik hissediyorum. İç Savaş sürecinden bir sahne ile sınırlı kalmamalıydı film. Bu biraz bendeki John Brown aşkından kaynaklı ama Virginia'da ordu cephaneliğini soyup köleleri silahlandırma planının başarısızlıkla sonuçlandığı yakalandıkları ve asıldıkları bir sahne hep bekledim. Üstelik dini inançlarla ilgili çok güzel argümanlar edindim. Düşündürdü film. Belki de bazı kültürlerdeki büyücülük anlayışları (druidlik, vikanlık, gwrachlık, hounganlık vb) korkulsun diye ötekileşmeyi istemekten kaynaklıdır. Bizden korksunlar ki uzak dursunlar.. Filmdeki güzel bir yaşam felsefesini hatırlatayım. "Korku senin tek düşmanın." Bu yüzden de bizi korkutmaya çalıştıkları şeylerden korkmamalıyız. Kölelikten korkmayıp kaçmak gibi. Ölümden korkmayıp yaşamak gibi. Devletten korkmayıp kavgaya yoldaş olmak gibi. Dinden, tanrı düşüncesinden korkmayıp kendini bulmak gibi. Kendinden korkmayıp kendinle savaşmak gibi..
Kalbi kırılmış ve zayıflamış insanları etkilemek kolaydır. Zayıf derken adlatılmış, terk edilmiş kadınları kastediyorum. İlk başlarında umarım kız filmi değildir dedim içimden. Cinsiyetçi algılamayın lütfen burada kız filmi derken ambalaj sanayi Barbie ucuzizminden yakınıyorum. Lanet kavramı son bulmayan ve olumsuz çağrışımlar yapıyor olsa da hikayemizde olağan ama anormal üstelik sıradanlaşmış nalet bir duruma dönüşüyor. Ve tabi ki buradaki lanet biraz ironik biraz mizahi ele alınmış. Bir erkek için sonsuz sayıda kadın kendine aşık etmek elde edilebilecek en kıymetli güç olabilir. Ataerkil bir bakış açısı ile fiziksel ve ruhsal güç, kahramanlık kurtarıcı profili sadece erkeğe bahşedilmiştir. Ancak bu filmde maskülen denemeler çok gülünç durumlar yaratabiliyor. Beni etkileyen en anlamlı yanı bu oldu. Büyüklerin anlayabileceği güzel esprilere sahip. Örneğin yedi cücelerin sendika sahibi olması gibi.. Çocuklara göre olan animasyonlardan sıkılmış olan ben; çocuk derken 5 - 10 yaş arasını kastediyorum; Yeni bir fikirden hep etkilendim. Alelade olmayandan ve uğraşılmış olandan. Tarih boyunca erkeğe atfedilen bu durumları animasyonumuzda rollerin değişmesi konsepti ile izliyoruz. Burada tabi ki sihirli bir durumdan bahsetmiyorum. Tamamen bireysel, özgür iradenin tercihi ile gerçekleşiyor. Büyüye adanan bir durum olsaydı ilahi bir şeyler de denilebilirdi burada önemli olan dikkat çekiyorum; Bir kadının ilk kez zayıf olmayışı, erkeğin de kurtarılabilecek zayıf bir ruhu olduğunu görebilmekti. Uzun süre kapalı kalan bir kalp taşlaşır kolay kolay açılmaz, Bin bir anahtar da olsa bunu gerçekleştiremez. Sonuçta gerçek aşk sadece prensesler ya da kadınlar için yok. Erkekler için de var. Fazlasıyla alternatifle. Hikaye boyunca karşılaştığımız şeyleri düşünecek olursak romantik bir balon gezintisi Paris'in yani aşıklar şehrinin göz boyayan bir gölgesi, amazonu andıran Afrikalı kadın savaşçılar kadında var olan güce atıfta bulunuyor. Yem olmamak için mücadele vermenin önemi ayrıca. Taş dev kendisinden alınan bir parça ile agresifleşen ve dişlerini gösteren kırılmamak için kendini koruyan yeni karakterini oluşturan ve etrafına duvarlar ören insan. Onunla olan savaş çelikten yapılma bir kılıcın savaş verse bile sadece gerçek aşkın taşlaşmış duvarları kırabileceğinin bir ifadesi. Metafiziksel olan bazen fiziksel olandan güçlü olabilir. Tamamlanmak demek eksik olan yanın bulunması anlamına geliyorsa yarı kahin dünyadaki diyalektik metaforu ile kadın için var olanın erkek için de var olduğunu gösteriyor. Eşitlik çok net. Robin Hood örneğin karizmatik ve adil bir hırsız ancak Anglo-Saxon bir bakış açısı var. Norman soylularından nefret eden bir ırkçı, benmerkezci ve bir o kadar da ukala. Hepsinden önemlisi kötülük kaderin kendisi ve minyatür figürler de oynanan hayatlarımız. Etrafı toz pembe dumanla örten kader, gözümüzü kör ediyor ve burnumuzun ucundakini bile göremememize neden oluyor. Kadın hırsız alegorisi ile erkeğin kalbinin çalınması gerektiğine vurgu yapılmış. Erkeklerdeki şehvetin ve tutkunun engellemesinin tek yolu bu. Gerçek aşk, şefkat ile çalınan bir kalp onarılır ve muhafaza edilir. Şehvetin ve tutkunun önüne ancak ve ancak gerçek aşk geçebilir. Kandırmacaların, aldatmacaların, güvensizliğin ve sahte bıyıkların kullanılmaya ihtiyacı olmadığı. Kadersel bir görev inancı taşımayan insanın kendi seçebildiği ve gerçekleştirmek istediği bir ödev inancı olsa. Keşke hepimizin yasaların, değerlerin hatta gururun bile önüne geçmeye değer bir aşkı olsa da bunun için mücadele veren hassas ve duyarlı insanlar olabilsek. Bu aşkı sadece ilişkilerde aramamız gerekmiyor oysa. Prensin de dediği gibi "Sevdiğin herhangi bir şeyin aşkına!"
Çok iyi çekilmiş bir uyarlama. Çok farklı hisler yaşadım izlerken ancak bunun filmle pek alakası olmadı. Film, alıcısına göre oldukça eğlenceli ve macera dolu. Bazı bölümler çok aceleye gelmiş olsa da.. Dumas'ın kitabının büyük bir hayranıyım belki de hissettiklerimin nedeni bu. Sherlock Holmes gibi modernize edilmiş bu yanı yeni bir şeyler sunmak anlamında hoşuma gitti ama bu his çok enteresan. Sanırım büyümüş olmakla da ilgili biraz. Kendime sürekli neden bu filmi izliyorum diye sordum. Eğlenmeye ya da macera izlemeye mi ihtiyacım var dedim ve ne yazık ki şu gerçekle yüzleştim. Artık bu tarz uyarlamalar pek ilgimi çekmiyor. Bazen kafamı şişiriyor. Belki de çok fazla Üç Silahşörler'le ilgili film izledim bilemiyorum. Ancak sanatsal eleştiri barındıran bir film izleseydim daha çok etkilenir ve haz alırdım. Sanırım zevk almak ile haz almak arasındaki farkı bana anımsattı. Daha kaliteli ve akıl ürünü iş varken neden böyle filme de laf söylemek istemiyorum belli büyük bir uğraş var ama işte bana yavan geliyor. Alelade demek istemiyorum ama bir yandan da öyle. John Felton'un Buckingham suikastına değinilmemiş. D'artagnan'ın babası ölmemiş. Constance'a zehir verilmemiş. Mösyö de Treville yok. Milady de Winter kocasını öldürmemiş. Kocasının kardeşi idam etmeye gelmemiş... 2. Filmi gelecek gibi bitmiş bunca yıl geçmiş gelmemiş.Ondan da olabilir belki de ikinci filmde kullanırız diye düşündüler. The 4 Musketeers filmi Disney'in masalsı filminin yanında inovatif bir şeyler koyuyor ortaya hikayeye gerilim de katıyor mesela. Ancak en iyi dörtlü benim için hep Demir Maskeli Adam'ın 1998 yapımı olacak. Hani o dört büyük aktör. Ray Stevenson, Milla Jovovich, Luke Evans ve Christoph Waltz gibi birbiri ile alakasız oyuncuları bir araya getirmesinden dolayı belki yama gibi duruyor bende. Bu aralar hislerimi çok net de ifade edemiyorum. Bomboş bir yorum sanırım. Kimseye yararı yok sanırım konuşmaya ihtiyacım vardı. Pandemi yüzünden kalemim bile solmuş.
msahin liked this.
Değerlerimizin anglo-saxon olduğuna dair gayet vurucu bir film. Uzun zaman sonra tarihi bir şey izlemek çok çok iyi hissettirdi. Bu tarz filmleri bitirdiğimi düşünüyordum. Tarihi açıdan her zaman olduğu gibi bir şeyler kattı. Özellikle Anglo ve Angle ayrımını bu film sayesinde kavradım. Soru işareti olana cevaptır. Hikayeye gelecek olursak Kral Arthur, Lady Gunivere ve Lancelot üçgenine benzetebiliriz. Ancak buradaki önemli detay şudur ki karakterleri oldukça insani ele alıyor film. Görev , ahlak ve insani duygular çatışıyor. Aşk'ın ötesinin olduğuna inanan birinin düşüncesinin evrilmesi söz konusu. Şimdi burada şuna dikkat çekelim. Benimsediğiniz ya da olduğunuz kişi Tristan mı yoksa Marke mi? Her ikisi açısından da düşünmek gerek filmi. Kendinizi tanımanızı, keşfetmenizi sağlayacak bu yönüyle bence tam bir argüman niteliğinde. Siz olsanız kime acırdınız? Bunun cevabının sadece kişide kalması gerekir tıpkı filmdeki roma kalıntıları gibi. Ya aşkınızı yüceltirsiniz ya da kendinize acırsınız. Mutlaka izlemenizi öneriyorum. Bu karmaşaya girin ve çıkın sevgili insan kardeşlerim.
oykukaskal liked this.
Oldukça etkileyici çekilmiş bir film. Çünkü tasarısı Kenneth Branagh'a ait. Dövüş koreografileri, mizansenler, atmosfer insanı büyülüyor. Oyuncu kadrosu zaten ustalara saygı kuşağı. Ve her telden oyuncu bulmak mümkün. Hollywood yapımı olmamasına rağmen Hollywood oyuncusu, Royal Shakespeare Company oyuncuları.. Tiyatro ile Sinemanın birleşiminden doğan bir algısal, tinsel, ruhsal, görsel şölen var ortada. Sanki hiç uyumlu durmayacağını düşündüğümüz pek çok şey; Dönem, Oyunculuk ekolleri, modası nasıl ustaca birleştirilmiş nasıl. Bir yerden sonra Bİlly Crystal sonra herhalde başkası yoktur dedikten sonra karşımıza çıkan Robin Williams bende aha şimdi Tİm Roth çıkacak aha şimdi Garry Oldman çıkacak, Ian Mackellen çıkacak dedirtti. Kaldı ki Judi Dench bile yeter. Konuşacak o kadar şey var ki filmler ilgili; eğer Hamlet kurgusuna, işleyişine hakimseniz mutlaka siyaset ve din felsefesi üzerinden eleştirin diyorum. Ya ben var olmayı kabul etmiyorsam deyip işten sıyrılmaktan mı yanasınız? Ölünce ıstıraplar bitiyor mu? Ya dünyanın kötülüklerini görmeye devam ediyorsanız ya o ıstırap hiçbir şekilde bitmiyorsa? O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya ürkütmese yüreği. "Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi." Ne manzaraydı be..
Diğer filmlerden geri kaldığını düşünüyorum. Özellikle ana karakterlerin değeri fazlasıyla azalmış. Adam Burke'ün ölümünün de bunda payı var tabi ki. Yeni karakterler fazlasıyla eğlenceli (Forky ve Dummyler) olsa da Toy Story'nin aile etkisi yanı kaybolmuş. Bunu en çok hüsran yaşadığım son sahnede anladım. Boo'nun ten rengine kadar estetik kaygı açısından yeniden düzenlemeler yapılmış. Görüntüsünün kalitesiz olduğu zamanlarda hikayesi ile daha çok ön plana çıkıyordu ama yer yer sıkıldığımı söylemeden edemeyeceğim. Kurgusal açıdan sapıtmalar var. 2 filmde garaj satışına kurban gittiği belirtilen Boo nasıl oluyor da filmin başında antikacıya elden teslim ediliyor anlamış değilim. Keşke görsel efektler kadar hikayeye odaklansalarmış.
Bırakın 1995'tekini 2017'dekinin bile yanına yaklaşamaz. Beklenti yönüyle çok geride kalmış, kurgusu, çeşitliliği tam oturmayan, mantık hataları ile dolu bir film olmuş. Film tam başlamış. Spencer'ın kendi karakterini kabullenmemesinden kaynaklanacak, kendinden kaçmaya çalıştığı için Bravestone'un bedenini arzulayan bir an gördüm ve dedim ki Welcome to the Jungle'daki gibi türlü durumlara değinecek ama ne yazık ki gidişat öyle olmadı. Kendini hiç hayal bile edemeyeceği bir karakterde bulmasını eleştirmiyorum aksine; eklektik ele alındığında hitap ettiği kitlelere göre anlamlar taşıyor olabilir. Atıyorum kaderciler için kendi bedenine şükretmen gerektiği daha kötülerinin de olduğunu göstermek ya da kendi ile yüzleşmesi için çok itici bir fizikle kendisine acımasını sağlamak vb. Ama durum bir anda iki adaş usta oyuncuyu kullanma politikasına dönüştü. Yani gençleri ele aldık bir de yaşlı kişilerle bu bağdaştırmaların ayrışan ve benzeşen yönlerini kıyaslayalım deseler gene iyi diyeceğim. Jumanji evreni tam yansıtılamamış, çekim yapılan alanlar rezalet. Jumanji bir Jungle'dır. Karlı ortamlar ya da çöl gene olabilirdi bu evrende ancak Jumanji'nin oyunsu tadını bozmadan. Atıyorum ilk filmdeki aslana çölde bir gönderme ve karlı alan olarak da; imar bulunup ev yaptırılabilecek bir alan değil de daha sık ağaçlarla dolu bir orman çok daha tatlı olurdu. Başta bize tanıtılan ırklara dair bir şeyler görmek güzel olurdu. Haritada o kadar yer görünüp de bir iki tanesinin tasarlanmasını çok baştan savma buldum. Jumanji'nin evrenini çizgifilm versiyonunu bile tamamen izleyerek çözebilirlerdi ama buna bile tenezzül etmemişler. İlgilenenler için https://www.imdb.com/title/tt0115228/
Yamyamlar, korsanlar, mağara adamları, orta çağa dair atmosferler daha yaratıcı ve fantastik bir oyun dünyası sunacaktı eminim. Babun sahnesinde bir tek Jumanji'de olduğumuza inandım. Kendine inandıramayan bir film başarılı bir film değildir. Üzgünüm ama ben vasat buldum.
Gencetotay, phoeniks liked this.
Bazen görmemek bilmemek anlamamak daha iyi. Yaşanan dünyanın gerçekliği sanki sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi değişince masalsı bir hayat yaşıyor insan. Körlük burada dünyanın güzelliklerini göremeyip acı içinde kıvrananlar için bir sembol. Ancak bu çok yapmacık bir dille anlatılmıyor aksine böyle lirik bir hikaye ile ele alarak gerçekçilik ve romantizm karşılaştırması yapıyor. Dünyada yalnız kalan bir insan için baba, sevgili ve kardeş yerine konabilecek üç ahbap görüyoruz. Ve anne şefkatinin tatılabileceği bir kadın. Sefalet içinde yaşarken oynadıkları masum oyunlarla mutlu olabilen mutlu edebilen üç insan ve maddeci yaşayıp maneviyatı unutmuş sonradan duyarlı kadın. Yeşilçam'ın en samimiyetsiz yüzü olabilir doğru lakin burada şunu görmek icap ediyor; paranın veremediğini mutluluğun vermesi değil samimiyetin her şeyin önüne geçmesi. İstediğimiz şeyler çok çok büyükken aslında gerçekte olan da o kadar ufak. Ufakla yetinmeye çalışmak için hiçliğe teslim olmak değil hayal kurup hiçi yok etmek ve alternatif dünyada yaşamak gerekiyor. Kahramanlık kavramını ele alacak olursak kurban kurtulunca, kurtarıcı bunun için bir ödül alır ya da bedel öder. Cezaevinde olmak kahramanlıkla değil insanlıkla ölçüldüğünde. Kurulan masalsı dünya ve vicdan temizliği çok net görülebilir. Sezgilerini yitiren günümüz insanının gözlerini açmasını ve bu filmi izlemesini temenni ederekten..
dlrgms liked this.
Bir insanın çevresindeki insanlarla olan etkileşiminden hayatla benzeşen o kadar çok yön yakalıyorsunuz ki.. Mesela ailenizin gururu bazen gerçekten amaçlarınızdan önce gelmek zorundadır. Arkadaşlarınızı belli kriterlere göre seçersiniz. Yaptığınız hatalar büyük de küçük de olsa yapmaya devam edersiniz. Okulu bırakır hayallerinizin peşinden koşarsınız. Sürekli göğü düşlersiniz ama hayat sizi yer altına sürükler. Çünkü işçi çalışmalıdır. Maden demek çelik demektir. Çelik demek savaşlarda kullanılan her türlü silahın materyali demektir. Binlerce insanın kanını taşıyan bir meslek olduğunu düşünecek olursak ne kadar ağır bir yük olduğunu da anlarız. Bu da yetmezmiş gibi bir de her gün bir başka arkadaşınızın öldüğünü görmek. Yani madende çalışacak işçi patronlar için, uluslar için gerekli bir kurbandır. Yer altına gitmeyi istemeyen bir insan bunun için direnmelidir. Yalnız sadece olduğu yerde direnmesi yetmez. Bunun için bir atılımda bulunması gerekir. Onu diğerlerinden ayıracak bir başarı noktası. Bu başarı noktası ki statüsünü değiştirir, hayatı daha konforlu yaşatır, insanların önüne geçirir hatta bazen garip bir şey yaptığı düşünülerek yargılara bile sebep olabilir. Çünkü herkes Daidalos'un peşinden gitmeyen baba sözünden çıkan İkarus'un sonunun ne kadar kötü olduğunu bilir. Oysa bin kez ölmek bir kez hayal gerçekleştirmeye, imkansızı mümkün kılmaya bedeldir. O imkansız ki insan benliğinin ve varlığının sonuna dek arar bazen ama bulamaz. Caligula gibi. Kimi balıklar derenin bittiğini dahi göremeden ölür. Misal Küçük Kara Balık.. O balıklar da yavrularına derenin asla bitmeyeceğini öğütleyenlerdir. Bu nedenle de balıklar daima suda yaşar. Orada yaşamaya alışmak, alıştırılmaktır temel faktör. İşte tam bu noktada film de farklı olan insanların bile bir araya gelebileceğini gösteriyor. Bir ceylan ile bir aslanın ortak yaşam alanını paylaşabileceğine bir umut oluyor. Bir insanın içindeki ceylanı ve aslanı göstererek. Azim, hırs, inat, ikna.. Kendini ölmeden toprağa gömen ve toplumun desteklediği bir şeyin parçası olmaktan zevk alan insanlar çocuk yetiştirdiğinde daha fazlası ürüyor. Ne yazık ki / iyi ki her çocuk için ebeveyn kahramandır. O kişi cellat da olsa, kurban da olsa, katil ya da hain bile olsa bir süre kahramanı olmuştur. Daidalos oğluna pranga vursaydı suya birlikte gömülürlerdi ve İkarus uçtuğuna tanık dahi olamazdı. Daidalos figürü burada çok önemli. Bir demirci. Yani bütün imkanları olan baba. Ama istediği oğlunu hapsetmemek azmini görmek. İstediği şey için ne kadar çaba harcadığını izlemek. Uğrunda ölüm dahi olsa mani olmamak. Bazen mitosları örnek almak iyidir. Mitos bir öğretmendir çünkü her yaşantı bir öğretidir bir kazanımdır. Mücadele kazanır. Eylemsiz kalanlar kaybeder. Cem Yılmaz'ın bir anısını hatırlatmak isterim. Astronot olmak isteyen kişiye aya gitmek için şimdiden zıplamalısın dediğinde çocuk maden fakültesinde okurken karşısına çıkmış. Azmin hiçbir şey tarafından kırılmaması gerekir. Öz baban dahi olsa, eğitim sistemi, izleniyor olmak, kanun karşısında ellerin bağlı olsa da.. Bunu mümkün kılan Homer Hickam'ı unutmamak dileği ile.. Amacı uğruna babasının gururunu çiğnemeyi göze alan yüce gönüllü adam.
mervyazc, MehmetYurdakul liked this.
Düzeni sağlayan fraksiyonlar şiddeti her zaman farklı şekillerde kullanmışlardır. Bu yaptırımlar uygulandığında cinsel, ekonomik, psikolojik, fiziksel, duygusal şekilde yapılır ve sadece kürsüsü olan kişinin söz söyleme hakkı vardır. Üstelik bu sistemler vaazlarını din, kültür, gelenek ya da siyaset ile politik bir haklılığa dayandırarak verdirtir. Özellikle taşralarda ufak toplumları yönetmek daha kolaydır. Sapkın arzulardan arındır, günah çıkarttıklarında tanrının affedici olduğunu söyle zaman zaman kilise, cami, sinagog, tapınaktaki din adamının düşünebildiğini göstermek adına insanları bir araya topla. İlahi söylet eğlendir. Dizginle, sansürle, kullan ve yönet. Film daha açılışında belediye başkanının mucizeye inanmadığını açılan kapıyı kapatmasıyla veriyor. Burada bize insan kendine ideoloji yaratır ve onu çiğner bu nedenle sonsuza kadar pişman kalır diyor. Pişman olan insan daha çok baskılanacaktır, ötekileştirilecektir, izole edilecektir. Sanki bu ibadet alanları bu insanlara kapısını açıyormuş gibi göstererek kendilerini temize çıkarıyor değil mi? Masumiyetine, samimiyetine bu şekilde inandırıyor. Ama unutulan bir şey var. Sakıncalı olan hatta tehlikeli bile denebilir; bastırılmış duygular dışa vurma anında şiddetli bir etki gösterir. Sanki kahkahadaki patlama anı gibi. Filmde gözden kaçırılmaması gereken bir şey var. Çikulatanın etkisi kesinlikle mucizevi bir şeye dayanmıyor. Yani sihirli bir yanı yok. İnancı olmayan ve yıllarca varmış gibi görünen topluluklara elle tutulur başka bir şey vermek. Zekice olan kısım bu. Başka bir inanç. Arzularını onlara anımsatan bir metafor sadece çikulata. İnancı olmayanlar da yeni inançları ile ki o kendi gerçekleştirmek istedikleri amaç oluyor; yaşamaya memnun olurlar. Vivien'in son derece profesyonel olmasındaki tek neden budur aslında. O kendini tanıyan biraz kibirli biraz da samimi bir insan ama düzen güçleri hilekar, katil hatta ırz düşmanı. Kendilerine eğitecek köpekler bulup sonra da o köpekleri insanlara kışkırtmayı bilirler. Hatta zaman zaman köpeği salar ve ısırmasını emrederler. Köpek geri dönüp yaptığının yanlış olduğunu fark edip havlamaya başlayınca da onu da aynı yaptırımlarla tehdit ederler. Büyük adamların kirli işlerini hep halktan ufak çetelere yaptırmaları sonra da bu liderleri cezalandırmaları tarihten büyük bir örnektir. Günümüzde bu yaptırımlar daha az baskıcı yollarla uygulanıyor. Eğlence de sunuluyor vatandaşa. Yatıştırıcı bir silah niye kullanılmasın ki. Yazın tatil eğlen gecesi kısa olsun dön ve düşünemeden uyuya kal. Kışın çalış bazen ek mesaiye kal ama gecesi ne kadar düşünmeye yatkın ve uzun olursa olsun gün içindeki yorgunluğundan dolayı uyuya kal. Bir süre sonra kişide oluşan bireysel düzen yani rutin toplumsal düzeni oluşturacaktır. Ancak ve ancak kendileriyle yüzleşen bir iktidar bunu sonlandırabilir. Ne yazık ki iktidar ne kadar el değiştirirse değiştirsin uyguladığı şiddet mekanizması değişmez. Bunun için de güçlü bir kuzey rüzgarı gerekir. Ama o mucize hiçbir zaman gelmeyecek bir Godot'dur aslında. Bekleriz. Bekleyeceğiz. Bekleyelim.
Yahu bu da it o da it. Ben anlamadım bu işi... Sermaye odaklı bir sistemde çalışan insanların kendi benliklerinden nasıl vazgeçtiklerini ve zamanla nasıl kurda dönüştüklerini anlatan muazzam bir yapıt.
Scorsese'i yeniden sahalarda görmek güzel. İtalyan göçmenler, mafyası, savaş gazisi, ailesi konseptlerini en etkileyici şekilde aktaran yönetmendir bence. Ve sinema dünyasına kattığı filmler kesinlikle hakkı ödenemez filmlerdir. Ve oyuncuları ile ve müzikleri ile ve mekanları ile ve ilişkileri ile ve aksiyonuyla. Robert de Niro da A Bronx Tale gibi bir şaheserin sahibidir. Bunca tematik yaklaşımın ardından hem fikir, hem yapımcılıkta bir araya gelmeleri beni çok mutlu etti. Sonuçta ikisinin de yoğunlaştığı noktalar farklıydı ve birlikte çalışmaları politik bir hikaye de doğurmuş oldu. Jack Nicholson'un oynadığı Hoffa filmini henüz izlemedim ama kıyıda köşede kalan filmlerimden biri olduğunu bana hatırlattı ve hemen ona geçeceğim. Sendikalar, destekçileri, kirli paraları, çeteleşmeler ve mafya olgularını kendi aralarında benzeşen ve ayrışan yönlerini tartışırken ucundan da olsa bir ahlak sorgulatması yapıyor. Özellikle eski filmlerindeki suça bulaşan bedelini öder. Sadakat'in karşılığı daima mükafattır, aileden olmayan desteklenmez, cinayetler mesleki bir yerden işlenir. Ölüye saygı duyulur. Düşüncelerini yer yer göstermiş yalnız bu sefer sanki mafyacılık oynayan bir çocuğun artık olgunlaştığına dair bir iz de vardı. Katolik tutumundan bir idealist kadar taviz vermeyişiyle iradesini kıskandırtıyor. Çoğu sahnede Meryem İsa göstererek şimdiye kadar suç işleyen tüm insanların günahlarını yükleniyor ve adlarını temizliyor. Bunu da günah çıkararak yapıyor film. Hiçbir şey için geç değildir insanın pişman olması için, vicdanını dinlemesi için hep bir fırsat vardır. Ne kadar zaman geçerse geçsin insan yaptıklarıyla hatırlanır ama kendini tanımanın sınırı yoktur. Yapılan iş evleri boyamak gibi görünse dahi ki bu çok masum bir yaklaşımdır; kırmızı, kan katoliklerde lanetli olandır da kutsal olan da. Sanırım biraz buradan bakılması gerek. İnsan acımasız, cani bir katil de olsa aslında çaresiz ve aciz bir varlıktır. Öyleyse çıldırmamak, suç işlememek için gerekçemiz, bizi tutan şey nedir? Aile mi film bunun cevabını veriyor. İdealler mi? Tekrar düşünün. İstikrar ya da irade olabilir mi? Ih ıh. Geriye ne kalıyorsa odur. Scorsese'in hayatından geriye kalanlar; kesinlikle mafya akrabaları, arkadaşları vardı yoksa insan bu kadar bu dünyanın içinde olamaz ya da toplumsal ahlak anlayışı tarafından olmamalı. O bu hayatı yaşamadı ve nedenini bizlere göstermek istedi. En güzeli bunu paylaşmak istemesi. Ölen aktörleri analım. Scorsese babaları onları en güzel şekilde andı. Diğer büyük yönetmenlere göndermeleri ile. Godfather benzerliği taşıyan bir sahne, Mobsters iki, Goodfellas e herılt yani peki ya Frank Capra? Hayatını değiştirmek isteyen bir insanın gizlediği bir ad olabilir ancak.. İnsan hayatını değiştirmeye kendini tanımayı reddetmeyerek başlar. Yoksa duyduğuma göre evleri boyuyormuşsun sözü tek taraflı kalır. O da insanın göz boyamasından başka bir şey değildir. En başta da kendi gözünü.