The Big Bang Theory bittikten sonra , bende oluşan boşluğu bir nebze de olsa doldurdu :) konular çok farklı olsa da abdürtlük ve ana karakter bana hitap ediyor
Her zaman gündemi meşgul eden, haberlerde, programlarda, reklamlarda vs karşına çıkan, her mekanda konuşulan, herkesin bir şekilde bilgisi olduğu, artık yeter gına geldi dediğiniz durumlar olur ya, öyle oldu bana da. Maalesef ülkemizde (belki başka ülkelerde de öyledir bilemem) abartıyı seviyoruz. Hem de her alanda. Bu dizi için de aynısı oldu. Her türlü konuda tartışmaya bir şekilde bu dizi dahil edildi. Kulaklarımı tıkadım ve ortalığın durulmasını bekledim ve herkesin gazı geçince oturdum izledim.
Linç yiyeceğim ama baştan söylüyorum KESİNLİKLE ZAMAN KAYBI. Her zamanki gibi gereksiz abartılmış gereksiz şişirilmiş netflix reklamıyla pohpohlanmış bir dizi. Öyle kötü vasat demiyorum. İlgisini çekenler için, diğer yorumlarda gördüğünüz gibi başarılı. Oyunculara lafım yok. Konu itibarı ile zaman kaybı. Sıradan. Merakımı uyandırmadı. " Acaba ne olacak " sorusunu hiç sormadım. Hiçbirinin yaşantısını merak etmedim. Psikolojik durumları için empati yapamadım.
Dizi dışında şu netflix için iki kelam etmeliyim. Sanki adamlar lutfetmiş gibi , türk yapımı diziler yaptığı için bir övgüler bir arşa çıkarmalar falan. Sanki babalarının hayrına yapıyorlar. Adamlar için müthiş bir pazarız. Bize içerik üretmeyecek de ne yapacak? Kara kaşımıza kara gözümüze hayranmış gibi savunanların ağzına kürekle vurmak istiyorum.
gelmiş geçmiş en iyi dizi finaliydi. muhteşemdi. harikaydı. türkçede bunlarla ne kadar eş anlamlı kelime varsa hepsini kullanmak istiyorum. resmen gönüllere su serperek , herkesi rahatlatarak bitirdiler. benim için gerçekten çok sıra dışı ve bir o kadarda hayatıma etki eden bir diziydi. 12 yıl boyunca bu ana tanıklık etmek , anlayamazsınız :D
dedektiflik romanlarinin altin cagi olarak bilinen bir donem vardir. agatha christie, g.k. chesterton ve dorothy l. sayers gibi yazarlar on plandadir. birinci dunya savasi ile ikinci dunya savasi arasinda kalan donemde gecer genelde hikayeler, yani 1920'li ve 1939'lu yillari kapsar. bilmedigim bir nedenden oturu cok severim o donemi
bahsi gecen dedektiflik hikayelerinin en gizemli konusu da 'locked room' yani kilitli oda olarak bilinen alt janridir. wilkie collins meshur the moonstone eserini 1868 yilinda yazsa da, gaston leroux'un 1908 tarihli the mystery of the yellow room hikayesi ile basladigi kabul edilir genelde. the judas window, murders in the rue morgue ya da murder in mesopotamia bu turun basyapitlaridir.
bu kadar uzun girizgahin nedeni de su; bu film de kilitli bir odada islenmis bir cinayet ile basliyor. senaryo ilerledikce, an inspector calls misali konu cok farkli bir bicimde dallanip budaklansa da, sirf bu janri icerdigi icin filmi daha ilk andan itibaren buyuk bir zevkle izlemeye basladim sahsen ve dakikalar ilerledikce bir an bile sikilmadim. izlerken, bulundugum yerde bir de yagmur yagiyordu. daha ne isteyebilirim ki.
bilemiyorum, belki bu janri asiri sevdigimden oturu hale etkisi olabilir ama uzun zamandir bir filmi boylesine buyuk bir merak duygusu ile izlememistim. bir sure once cui mian da shi filmini izlerken, yakin bir zamanda da get out filminin ilk yarisini izlerken benzer bir heyecan yasamistim. ama bana gore bu film onlarin kalibresinin cok ustunde. tam anlamiyla sakli bir cevher. senaryoda hatalar varsa eger, onlarin bile farkina varmadim. o derece.
zaten soz konusu ispanyol ya da guney kore sinemasi olunca, hayal kirikligi yasamaniz genelde zor oluyor. senaryo yazma konusunda cok farkli bir yetenekleri var. mesela basarili bir film olmasa da, gecenlerde izledigim secuestro filminin bile senaryosuna sapka cikarmistim. zaten bu acidan en sevdigim filmler hep ispanyol dilinden; relatos salvajes, los cronocrimenes, mientras duermes, el cuerpo, el orfanato, la isla minima, musaranas ve bilhassa palabras encadenadas. ilgi duyanlara mini bir rehber olsun nacizane.
cok gereksiz yere uzatmis olabilirim. ama sadece 'harika bir film. kesin izleyin!' demeye icim elvermedi. zevkime hitap eden boyle filmleri gorunce, dilimin olmasa bile klavyemin olcusu kacabiliyor iste.
bahsi gecen dedektiflik hikayelerinin en gizemli konusu da 'locked room' yani kilitli oda olarak bilinen alt janridir. wilkie collins meshur the moonstone eserini 1868 yilinda yazsa da, gaston leroux'un 1908 tarihli the mystery of the yellow room hikayesi ile basladigi kabul edilir genelde. the judas window, murders in the rue morgue ya da murder in mesopotamia bu turun basyapitlaridir.
bu kadar uzun girizgahin nedeni de su; bu film de kilitli bir odada islenmis bir cinayet ile basliyor. senaryo ilerledikce, an inspector calls misali konu cok farkli bir bicimde dallanip budaklansa da, sirf bu janri icerdigi icin filmi daha ilk andan itibaren buyuk bir zevkle izlemeye basladim sahsen ve dakikalar ilerledikce bir an bile sikilmadim. izlerken, bulundugum yerde bir de yagmur yagiyordu. daha ne isteyebilirim ki.
bilemiyorum, belki bu janri asiri sevdigimden oturu hale etkisi olabilir ama uzun zamandir bir filmi boylesine buyuk bir merak duygusu ile izlememistim. bir sure once cui mian da shi filmini izlerken, yakin bir zamanda da get out filminin ilk yarisini izlerken benzer bir heyecan yasamistim. ama bana gore bu film onlarin kalibresinin cok ustunde. tam anlamiyla sakli bir cevher. senaryoda hatalar varsa eger, onlarin bile farkina varmadim. o derece.
zaten soz konusu ispanyol ya da guney kore sinemasi olunca, hayal kirikligi yasamaniz genelde zor oluyor. senaryo yazma konusunda cok farkli bir yetenekleri var. mesela basarili bir film olmasa da, gecenlerde izledigim secuestro filminin bile senaryosuna sapka cikarmistim. zaten bu acidan en sevdigim filmler hep ispanyol dilinden; relatos salvajes, los cronocrimenes, mientras duermes, el cuerpo, el orfanato, la isla minima, musaranas ve bilhassa palabras encadenadas. ilgi duyanlara mini bir rehber olsun nacizane.
cok gereksiz yere uzatmis olabilirim. ama sadece 'harika bir film. kesin izleyin!' demeye icim elvermedi. zevkime hitap eden boyle filmleri gorunce, dilimin olmasa bile klavyemin olcusu kacabiliyor iste.
DenizYasar bunu beğendi.
insan, başlangıç ve bitiş noktası denen kavramlar illa ki var olmak zorunda diye düşününce, beyni yakan film.
paradokslar bir çember gibidir. herhangi bir başlangıç veya bitiş noktası bulunmaz. tüm hikayeyi alıp öylece kurgulayıp kabul etmeniz gerekir.
bunun olabilmesi için ilahi bir gücün o sistemi kurgulayıp başlatması gerekiyor. bu filmde neyi başlatıyor peki? zamanı. çünkü sistemi kuran kişi zamandan bağımsız. gidiyor ve hikayenin yaşandığı yılların içerisine bir çember yerleştiriyor. paradoks meselesi bundan ibaret. bu paradoksun içine girip oradan çıkmaya çalışan her türlü açıklama da daha en başından çöker.
filmde neyi izledik peki?
bu çemberin olay örgüsünden oluşmuş bir tam turunu.
elinize bir kalem ve kağıt alıp her detayı not ederek, zamanda yapılan ileriye/geriye sıçramaları öncelikle kronolojik, ardından mantıksal açıdan sıralayarak, elde ettiğiniz bulguları da adeta bir bilimadamı edasıyla değerlendirerek izlemeniz gereken; zaman, geçmiş, gelecek ve kader gibi insanoğluna hükmeden fenomenlerin farklı açılardan irdelendiği bilim kurgu filmi.
yani öyle bir film ki; bunu sinemada izleyip, tek seferde her şeyi açık ve net anlayabilen insanları toplayıp koruma altına almak gerek. devletimize buradan çağrıda bulunuyorum; ortaokullarda ve liselerde gençlerimize bu filmi izletin. filmin yarısını bile doğru anlamış olanları özel sınıflarda, özel eğitimlere tabi tutun. emin olun faydasını göreceksiniz.
ha şunu da gözlemlemiş olduk ; fantezi bir kurgusu olan böyle filmlerde her zaman mantık arayan einstein'lar var ülkemizde.
SPOILER EFENIM UZAK DURUNUZ !!!
ayrıca benim filmden anladığım, hayatımızı mahvetmiş gibi görünen olaylar aslında bizi daha iyi bir geleceğe götürüyor. ve aşık olduğumuz, nefret ettiğimiz, özlem duyduğumuz, öğrendiğimiz, öldürmek istediğimiz kişi kendimizden başkası değil.
paradokslar bir çember gibidir. herhangi bir başlangıç veya bitiş noktası bulunmaz. tüm hikayeyi alıp öylece kurgulayıp kabul etmeniz gerekir.
bunun olabilmesi için ilahi bir gücün o sistemi kurgulayıp başlatması gerekiyor. bu filmde neyi başlatıyor peki? zamanı. çünkü sistemi kuran kişi zamandan bağımsız. gidiyor ve hikayenin yaşandığı yılların içerisine bir çember yerleştiriyor. paradoks meselesi bundan ibaret. bu paradoksun içine girip oradan çıkmaya çalışan her türlü açıklama da daha en başından çöker.
filmde neyi izledik peki?
bu çemberin olay örgüsünden oluşmuş bir tam turunu.
elinize bir kalem ve kağıt alıp her detayı not ederek, zamanda yapılan ileriye/geriye sıçramaları öncelikle kronolojik, ardından mantıksal açıdan sıralayarak, elde ettiğiniz bulguları da adeta bir bilimadamı edasıyla değerlendirerek izlemeniz gereken; zaman, geçmiş, gelecek ve kader gibi insanoğluna hükmeden fenomenlerin farklı açılardan irdelendiği bilim kurgu filmi.
yani öyle bir film ki; bunu sinemada izleyip, tek seferde her şeyi açık ve net anlayabilen insanları toplayıp koruma altına almak gerek. devletimize buradan çağrıda bulunuyorum; ortaokullarda ve liselerde gençlerimize bu filmi izletin. filmin yarısını bile doğru anlamış olanları özel sınıflarda, özel eğitimlere tabi tutun. emin olun faydasını göreceksiniz.
ha şunu da gözlemlemiş olduk ; fantezi bir kurgusu olan böyle filmlerde her zaman mantık arayan einstein'lar var ülkemizde.
SPOILER EFENIM UZAK DURUNUZ !!!
ayrıca benim filmden anladığım, hayatımızı mahvetmiş gibi görünen olaylar aslında bizi daha iyi bir geleceğe götürüyor. ve aşık olduğumuz, nefret ettiğimiz, özlem duyduğumuz, öğrendiğimiz, öldürmek istediğimiz kişi kendimizden başkası değil.
Bu yorum SPOILER içerir ! sigmund freud, malum civilization and its discontents isimli hacimli incelemesinde (çoğu üfürmedir) trenlerin (yani teknolojinin) aileyi birbirinden kopardığını, bu yüzden aile bireylerinin tarifi imkânsız şekilde 'tamamlanmamış' hâle geldiğini (psikolojik açıdan), ancak bunu da yine teknolojiyle (bu kez telefonla) çözmeye çalıştığını anlatır.
gelgelelim, der freud, bu ikâme edilmeye çalışılan durum, o psikolojik yarım kalmışlık hissini asla gerçekten gideremez. buna işte 'cheap enjoyment' der, sevgili freud. skype'la, facetime'la filan kendinizi kandırıyorsunuz, demektedir.
lion'umuz da, tıpkı freud amcasının dediği gibi trenler vasıtasıyla ailesinden kopmuş, ancak sonrasında google earth sayesinde yeniden annesine kavuşmuştur. bu arada annesi yaşlanmış, lion bambaşka bir insana dönüşmüş, abisi hayata gözlerini yummuştur ama olsun, gene de kavuşmuşlardır, diyebilirsiniz ama freud haklı bence de 'cheap enjoyment'. (gerçi freud'a kalsak mağaradan çıkmamamız gerekir. ama derdi bu değil tabi viyanalı üstadın.)
bunun dışında film, gerçek bir hikayeye dayandığı için alabildiğine tekdüzeydi. normaldir, diyecek bir şey yok. kurgusu filan değiştirilebilirmiş gibi geldi ama sonra filmin sosyal sorumluluk projesi olduğunu düşünerek, vazgeçtim.
son olarak, güzel google earth virali döndü. şaka şaka, gözümden yaşlar aktı gitti finalde...
gelgelelim, der freud, bu ikâme edilmeye çalışılan durum, o psikolojik yarım kalmışlık hissini asla gerçekten gideremez. buna işte 'cheap enjoyment' der, sevgili freud. skype'la, facetime'la filan kendinizi kandırıyorsunuz, demektedir.
lion'umuz da, tıpkı freud amcasının dediği gibi trenler vasıtasıyla ailesinden kopmuş, ancak sonrasında google earth sayesinde yeniden annesine kavuşmuştur. bu arada annesi yaşlanmış, lion bambaşka bir insana dönüşmüş, abisi hayata gözlerini yummuştur ama olsun, gene de kavuşmuşlardır, diyebilirsiniz ama freud haklı bence de 'cheap enjoyment'. (gerçi freud'a kalsak mağaradan çıkmamamız gerekir. ama derdi bu değil tabi viyanalı üstadın.)
bunun dışında film, gerçek bir hikayeye dayandığı için alabildiğine tekdüzeydi. normaldir, diyecek bir şey yok. kurgusu filan değiştirilebilirmiş gibi geldi ama sonra filmin sosyal sorumluluk projesi olduğunu düşünerek, vazgeçtim.
son olarak, güzel google earth virali döndü. şaka şaka, gözümden yaşlar aktı gitti finalde...
KlaketKafa bunu beğendi.
pasolini, eros üçlemesi filmlerinde (ıl decameron – 1971, ı racconti di canterbury – 1972, ıl fiore dele mille e una notte – 1974), cinselliği hayatın rutini içerisinde toplumca yasaklanmış yaşamın içerisinden bir olgu gibi ele alırken, bu filmde provokatif bir biçimde ele alır.
salo’nun rahatsız ediciliğin sınırlarını zorladığı yapısının insanoğlunda gerçekten yer alan korkunç şeyleri anlatabilip anlatamadığı ya da sert bir faşizm eleştirisi olup olmadığını tartışmaya başlamadan önce başat öğesi olan “iktidar etme” olgusu üzerinde durmamız gerekiyor. çünkü filmde bu olgunun işleniş biçimi her ne kadar yerindedir ya da değildir tartışılır olsa da filmin çıtasını oluşturur.
salo’nun rahatsız ediciliğin sınırlarını zorladığı yapısının insanoğlunda gerçekten yer alan korkunç şeyleri anlatabilip anlatamadığı ya da sert bir faşizm eleştirisi olup olmadığını tartışmaya başlamadan önce başat öğesi olan “iktidar etme” olgusu üzerinde durmamız gerekiyor. çünkü filmde bu olgunun işleniş biçimi her ne kadar yerindedir ya da değildir tartışılır olsa da filmin çıtasını oluşturur.
tamamen para kazanmak amaçlı çekildiği her hâlinden belli. hedef alınan kitle belli. e alan memnun, satan memnun. 570 milyon dolar hasılat ve tatmin olmuş bir toplum. biz de ancak buralarda eleştiriyoruz işte.
bennett miller'ın erkeklik mefhumunu özellikle ''güç'' kavramı ekseninde ele aldığı çarpıcı, etkileyici film. filmler üzerine yazarken kimseye sataşmamayı kendine düstur edinmiş biri olarak şu filmle ilgili ''sıkıcı, hiç bir şey anlatmıyor'' diye eleştiri getiren insanları görünce daha da değerleniyor böyle filmler gözümde. neyse bu kısmı uzatmayacağım zira durumu boyhood başlığı altında yazmıştım.
''güç'' bu filmin her şeyi. teması, önermesi, mesajı, motifi. para ve güç, erkek ve güç, beden ve güç, iktidar ve güç, güç ve güç.
milyarder sanayici john du pont'un parayla satın alabileceği tüm etiketleri satın alan oldukça sıkıntılı bir tip. fiziksel ve haliyle varoluşsal eksende eksikliğini hissettiği ''erkeklik gücü'' kavramına, tam da erkeklik sınaması olarak görebileceğimiz güreş sporu ve sporun başarılı temsilcileri olan schultz kardeşler üzerinden sahip olma arzusu üzerinden gelişiyor hikayemiz.
hollywood sularında nispeten de olsa avrupa sinemasının izlerini süren yönetmen miller işin altından alnının akıyla çıkmış.
merkezdeki du pont ve abisinin gölgesinde erkeklik sınavını (aynı zamanda kendini var etme edimi) vermeye çalışan küçük kardeş mark arasındaki homoerotik çağrışımlarla kurulan iktidar, varolma ilişki ve bu ilişkinin neredeyse erkeklik mefhumumun tüm tamamlayıcılarıyla (fiziksel güç, maddi güç, ego ve iktidar) yayıldığı o ince ve kaygan çizgi oldukça başarılı ve etkileyeci bir şekilde çizilmiş.
oyunculukları yönetmenlik ve senaryo hollywood standartlarına göre birinci sınıf.
açıkçası amerikan izleyicisinin çok seveceği türden bir ''gerçek başarı'' öyküsü olmaması bile filmi değerli kılıyor nazarımda. nightcrawler'da belirttiğim gibi hollywood sistemi güzelleyen başarı öykülerini satmaya bayılır. ama bu film neredeyse hollywood sinemasının en çok nemalandığı o türü yerle bir ediyor kendi ölçeğinde.
hoş bizim seyircinin de hollywood seyircisinin putperistliğinden bir farkı yok. çünkü özellikle hollywood'dan gelen bu tür gerçek yaşam ya da başarı öykülerinin hepsinin rocky, job, akıl oyunları gibi işler olmasını istiyor seyirci. bol ajitasyon, bol sentimantal dram ve haliyle hesaplı bir kefaret.
neyse ki bennet bunların hiçbirine yüz vermemiş ve kendine has bir film çıkarmış ortaya. değerini bilen bilecek ama yıllar içinde daha da değerlenecek bu film ona eminim.
şu filmin konusu yok, bir şey anlatmıyor diyen insanları da haliyle hızlı ve öfkeli 7 gibi ''çok şey'' anlatan filmlere havale ediyorum herkeslerin huzurunda.
''güç'' bu filmin her şeyi. teması, önermesi, mesajı, motifi. para ve güç, erkek ve güç, beden ve güç, iktidar ve güç, güç ve güç.
milyarder sanayici john du pont'un parayla satın alabileceği tüm etiketleri satın alan oldukça sıkıntılı bir tip. fiziksel ve haliyle varoluşsal eksende eksikliğini hissettiği ''erkeklik gücü'' kavramına, tam da erkeklik sınaması olarak görebileceğimiz güreş sporu ve sporun başarılı temsilcileri olan schultz kardeşler üzerinden sahip olma arzusu üzerinden gelişiyor hikayemiz.
hollywood sularında nispeten de olsa avrupa sinemasının izlerini süren yönetmen miller işin altından alnının akıyla çıkmış.
merkezdeki du pont ve abisinin gölgesinde erkeklik sınavını (aynı zamanda kendini var etme edimi) vermeye çalışan küçük kardeş mark arasındaki homoerotik çağrışımlarla kurulan iktidar, varolma ilişki ve bu ilişkinin neredeyse erkeklik mefhumumun tüm tamamlayıcılarıyla (fiziksel güç, maddi güç, ego ve iktidar) yayıldığı o ince ve kaygan çizgi oldukça başarılı ve etkileyeci bir şekilde çizilmiş.
oyunculukları yönetmenlik ve senaryo hollywood standartlarına göre birinci sınıf.
açıkçası amerikan izleyicisinin çok seveceği türden bir ''gerçek başarı'' öyküsü olmaması bile filmi değerli kılıyor nazarımda. nightcrawler'da belirttiğim gibi hollywood sistemi güzelleyen başarı öykülerini satmaya bayılır. ama bu film neredeyse hollywood sinemasının en çok nemalandığı o türü yerle bir ediyor kendi ölçeğinde.
hoş bizim seyircinin de hollywood seyircisinin putperistliğinden bir farkı yok. çünkü özellikle hollywood'dan gelen bu tür gerçek yaşam ya da başarı öykülerinin hepsinin rocky, job, akıl oyunları gibi işler olmasını istiyor seyirci. bol ajitasyon, bol sentimantal dram ve haliyle hesaplı bir kefaret.
neyse ki bennet bunların hiçbirine yüz vermemiş ve kendine has bir film çıkarmış ortaya. değerini bilen bilecek ama yıllar içinde daha da değerlenecek bu film ona eminim.
şu filmin konusu yok, bir şey anlatmıyor diyen insanları da haliyle hızlı ve öfkeli 7 gibi ''çok şey'' anlatan filmlere havale ediyorum herkeslerin huzurunda.
osmandokumaci, Sefa bunu beğendi.
olanca bilgicligimle ve ukalaligimla "cok film izledik artik oyle sasirtan film de yok be , soyle sonu yuh dedirtsin filan, illa ki bi yerde acik veriyolar" konulu gereksiz ve simarik hipotezimi yerle bir ettigi gibi agzimi acik yuregimi buruk birakti bu film.
alan parker ne sahane bir adam bir kez daha gorduk. birdy'nin muhalefetinin naifliginin hastasiydim. simdi bundaki acik muhalefet bambaska. en uclarda gezinen turden bir muhalefet ve son 20 dakikasinda o sakin seyreden konunun resmen bir anda 180 derece donup hem hareket hem de siyasi anlamda acayip bir hiz kazanmasi. ilk yari sirf bizi ikinci yariya hazirlamak icin cekilmis sanki. bu ne zeka arkadasim, bu nasil bir kurgu. bu nasil bir zekice kurgulanmis hayat ve senaryo. vay anasinı sayın seyirciler vay ki vay
alan parker ne sahane bir adam bir kez daha gorduk. birdy'nin muhalefetinin naifliginin hastasiydim. simdi bundaki acik muhalefet bambaska. en uclarda gezinen turden bir muhalefet ve son 20 dakikasinda o sakin seyreden konunun resmen bir anda 180 derece donup hem hareket hem de siyasi anlamda acayip bir hiz kazanmasi. ilk yari sirf bizi ikinci yariya hazirlamak icin cekilmis sanki. bu ne zeka arkadasim, bu nasil bir kurgu. bu nasil bir zekice kurgulanmis hayat ve senaryo. vay anasinı sayın seyirciler vay ki vay
digigirl bunu beğendi.
kısaca lise yıllarını ezik olarak geçiren ve hacker olarak kimliğini bulan bir adamın hikayesi. ama ayrıntıda, hayata dair çok güzel tespitler ve mesajlar vardı. alman filmi diye son derece beklentisiz izlediğim için mi bilmiyorum ama en'lerimin arasına girmeyi başardı.
filmin kurgusu oldukça başarılı ve hikayenin veriliş tarzı da ekrandan başınızı bir dakika çevirmenize bile izin vermiyor. oyunculuklar çok mükemmel değil ama hollywood filmlerindeki gereksiz kahramanlıkları, pişkinliği barındırmadığı ve karakterleri gözümüze gözümüze sokmadığı için aşırı derece de samimi geldi. izlerken hikayenin içinde gibiydim. hacker hikayesi olmasına rağmen çok fazla terim içermemesi ve yapılan benzetmeler, görseller filme ayrı bir keyif katmış. sürprizler ise film bambaşka bir seviyeye taşımış.
muhtemelen film almanca olmasa ya da alman yapımı olmasa burada sayfalarca entry girilirdi, hatta oscar adayları arasında görürdük.
filmin kurgusu oldukça başarılı ve hikayenin veriliş tarzı da ekrandan başınızı bir dakika çevirmenize bile izin vermiyor. oyunculuklar çok mükemmel değil ama hollywood filmlerindeki gereksiz kahramanlıkları, pişkinliği barındırmadığı ve karakterleri gözümüze gözümüze sokmadığı için aşırı derece de samimi geldi. izlerken hikayenin içinde gibiydim. hacker hikayesi olmasına rağmen çok fazla terim içermemesi ve yapılan benzetmeler, görseller filme ayrı bir keyif katmış. sürprizler ise film bambaşka bir seviyeye taşımış.
muhtemelen film almanca olmasa ya da alman yapımı olmasa burada sayfalarca entry girilirdi, hatta oscar adayları arasında görürdük.
someunrefl, Ucurtma bunu beğendi.
bu tarz yani gerçek gizem-gerilim türü filmleri izlemeyi özlemiş bünyelere ilaç gibi gelen film.
film konusu ile 10.dakikadan sonra zaten sizi kendine bağlıyor, bu sırada da kate beckinsale, jim sturgess, ben kingsley izlemeye doyuyorsunuz, yetmiyor ara ara da brendan gleeson ve michael caine izliyorsunuz ki bunun adı oyunculuğa doymak oluyor.
film zaten ortalamanın üzerinde biterken, vurucu kurgusunu önünüze seriyor ve +1 puanı daha kapıverip, bana kalırsa en izlenebilir gizem-gerilim filmleri arasına giriyor. edgar allan poe'nun adının geçtiği her film zaten bir başka oluyor aynı the raven gibi.
kısacası brad anderson bu film ile the machinist seviyesini yine aşamamış durumda ama filmlerine baktığınız zaman ikinci sıraya yerleşir.
son bir not: kate beckinsale gençliğimde de güzeldi hala da güzel hep güzel olacak.
film konusu ile 10.dakikadan sonra zaten sizi kendine bağlıyor, bu sırada da kate beckinsale, jim sturgess, ben kingsley izlemeye doyuyorsunuz, yetmiyor ara ara da brendan gleeson ve michael caine izliyorsunuz ki bunun adı oyunculuğa doymak oluyor.
film zaten ortalamanın üzerinde biterken, vurucu kurgusunu önünüze seriyor ve +1 puanı daha kapıverip, bana kalırsa en izlenebilir gizem-gerilim filmleri arasına giriyor. edgar allan poe'nun adının geçtiği her film zaten bir başka oluyor aynı the raven gibi.
kısacası brad anderson bu film ile the machinist seviyesini yine aşamamış durumda ama filmlerine baktığınız zaman ikinci sıraya yerleşir.
son bir not: kate beckinsale gençliğimde de güzeldi hala da güzel hep güzel olacak.
EsraG., UnknownUser00 bunu beğendi.

UnknownUser00 beğendiğine sevindim :) kate beckinsale güzel ve iyi bir oyuncu ama genelde poe hikayelerinde kadınların güzelliğinden abartarak bahseder. film tam hikaye havasında ama beckinsale tam olmamış bence

Astronom bu film gözümden nasıl kaçtı bilmiyorum . önerin için tekrar tekrar teşekkür ederim .geç oldu ama iyi oldu. ben bayıldım kate' e :)

UnknownUser00 ne demek, rica ederim :)
izlediğim en iyi türk filmlerinden. ayrıca mert turak gibi bir adamın böylesine rol kestiği bir film için de entel dantel sinemacı triplerine girip ekşici piç yorumları yapamayacağım.
hikayenin yaşanmış ve ibretlik bir gerçeklikte olması çok vurucu olmuş. sakat(aziz karakteri) deyip kabullenilip, öylece yaşayıp ölecek birinin ilgiyle, sevgiyle ne hale gelebildiğini göstermesi yine aynı vurgu:
"işte zamanında sizde olupta bize gelmeyen bilgi, akıl ve medeniyet bunlara kabil?"
bu vurguyu an be an düşünüyorsunuz..
yargılamadan anlayabilmek lazım, tekci, benci olmadan empati yapabilmek lazım..
medeniyet dediğin şeyin (ki burada onu muallim mahir temsil ediyor) ne kadar mühim birşey olduğunu, kaç kişinin hayatına mal olduğunu bir kere daha gösteriyor mahsun.. o toprakların insanı olarak sürekli bölgenin hikayelerini işlemesi hiçte şaşılası birşey değil aksine kendisinden beklenen bir durum.. ayrıca diğer türevleri gibi tek bir kültürde kalmadı mahsun, kendini hep işledi hep işledi ve bende bir sonraki filmine hiç yorum morum bakmadan sinemaya gidip destek vereceğim ve elimden gelen katkıyı yapmış olacağım..
bu toprakların duygularını işlesin, bu toprakların hikayelerini yapsın diye..
hikayenin yaşanmış ve ibretlik bir gerçeklikte olması çok vurucu olmuş. sakat(aziz karakteri) deyip kabullenilip, öylece yaşayıp ölecek birinin ilgiyle, sevgiyle ne hale gelebildiğini göstermesi yine aynı vurgu:
"işte zamanında sizde olupta bize gelmeyen bilgi, akıl ve medeniyet bunlara kabil?"
bu vurguyu an be an düşünüyorsunuz..
yargılamadan anlayabilmek lazım, tekci, benci olmadan empati yapabilmek lazım..
medeniyet dediğin şeyin (ki burada onu muallim mahir temsil ediyor) ne kadar mühim birşey olduğunu, kaç kişinin hayatına mal olduğunu bir kere daha gösteriyor mahsun.. o toprakların insanı olarak sürekli bölgenin hikayelerini işlemesi hiçte şaşılası birşey değil aksine kendisinden beklenen bir durum.. ayrıca diğer türevleri gibi tek bir kültürde kalmadı mahsun, kendini hep işledi hep işledi ve bende bir sonraki filmine hiç yorum morum bakmadan sinemaya gidip destek vereceğim ve elimden gelen katkıyı yapmış olacağım..
bu toprakların duygularını işlesin, bu toprakların hikayelerini yapsın diye..
eskon, blackeagle03 bunu beğendi.
bir 20 yıl sonra , adamlar- kadınlar al pacino'nun , de niro'nun gençlik yıllarının kült filmlerine şimdi baktıkları gibi bakacaklar, diyelim de nasıl üslup sahibi, kıvamı koyu bir filmden bahsediyoruz eş dost, cemil cümle bilsin.
tahar rahimi'yi de takdim etme iddiasındaki filmin diğer iddialarının da hatırı çok büyük. politik/sosyolojik okumaya da müsait, tuhaf bir suç/şiddet filmi olarak okumaya da. "umduğumu bulamadım " ,"güzeldi ama klişeydi", "yani tamam iyi film de abartacak bi şey yok" adamları hep var oldu, hep var olacak. onlar ne yaptığını bilmezler. pamuğa eter döküp ağızlarına dayayın kafanız dinlensin.
tahar rahimi'yi de takdim etme iddiasındaki filmin diğer iddialarının da hatırı çok büyük. politik/sosyolojik okumaya da müsait, tuhaf bir suç/şiddet filmi olarak okumaya da. "umduğumu bulamadım " ,"güzeldi ama klişeydi", "yani tamam iyi film de abartacak bi şey yok" adamları hep var oldu, hep var olacak. onlar ne yaptığını bilmezler. pamuğa eter döküp ağızlarına dayayın kafanız dinlensin.