Diğer izlediğim Antik Yunan filmlerine göre daha çok sevdim bunun da nedeni filmin Aristo mantığı ile iç içe olmasıydı. Bilindik Theseus ve Minotaur mitinin dışına çıkılması oldukça hoşuma gitti. Daha gerçekçi bir anlatımla ifade edilmesi gene keza. Ölümsüzler adı ile anlatılmak istenen çok vurucu aktarılmış. Ne insan ne tanrı ne titan ölümsüz olamaz ancak yapılan eylemler ölümsüz kılınabilir sloganı ile film savını kanıtlayarak sonuçlandı ve amacına ulaşmış oldu. Ben bayağı başarılı buldum. Tabi ki benzeri çok film var ama sıradan olan milyonlarca filmin yanında daha eğlenceli ve daha akılla yaratılmış bir kurgu.
phoebe bunu beğendi.
Andromeda değişmiş böyle devamlılık bozan durumları filmlerde sevmiyorum. Bunun haricinde diğer tanrılara ne oldu çok eksik kalan bölümler var. İlk filmin adı zaten fiyaskoydu filmde bir tane bile titan olmamasına rağmen bu filmin de adı titanların öfkesi; filmde titanlar değil bir tek Kronos var. Hikayeler çok yarım yamalak anlatılıyor. Bazı sahneleri filme adapte etse de beklentimin çok çok altında diyebilirim.
Bildiğim kadarıyla ne Perseus ne Medusa ne Zeus ne Hades ne de Poseidon titan olarak geçmez. Titanlar Gaia ve Uranos'un çocuklarıdır. Ve onların nesilleri. Filmin adı böyle olunca beklenti Olimposluların İnsanları yaratmadan önceki Titanlarla olan savaşına kayıyor. Neden böyle bir isim seçilmiş ilginç. Ben filmi çok atraksiyonlu ve kafa şişirici buldum. Anlatımı iyiydi net ifade edildi hikaye. Sadece Perseus'un ani değişimi ne oluyor dedirtti. Koca miti iki saate sığdırmaya çalışmaktan oluyor hep böyle hatalar. Eksik kalan bölümler de vardı kehanetle ilgili gerçek gibi ama ikinci filmde kapatılmışsa buraya döner ve cevaplarım. Kapatılmamışsa da kara bir leke olarak kalır filmin dramaturjisinde.
İlk filmdeki epikliği korumuşlar ve ilk filmin devam filmi durumunu oldukça iyi vermişler ama pek etkilemedi; büyük olasılıkla doğuyu hep barbar olarak gösterdikleri için. Her türlü ahlaksızlığı yapıp da doğuyu ötekileştirmenin manası yok. Madem bunu yapacaksınız o zaman tarafsız çekin. İlk filmde daha çok canavara benziyordu Persler bu kez bir iki birlik benzetilmiş ama gene de bana hitap etmiyor fazla aşağılayıcı.
Tüketim toplumu, sahte ihtiyaçlar ve dünyevi zevkler tartışması ile açılıyor film ve hemen ardından kapalı ışıklar ve perdeler görüyoruz. İnsanların benzerlik ya da farklılık diye düşündüğü karanlıkta kalan aydınlatılamayan tartışmaların iletişimi nasıl etkilediği ve aynı konuda olan aynı amacı gerçekleştirmek isteyen bireylerin birbirlerini anlayabildiklerini, iletişimsizliğin mahkumu olmayacaklarını savunuyor aslında. Kapalı kalan her şeyin ardı merak edilir. Pencere kapalı bile olsa insanın merakı duramaz. Dikkat ederseniz perdeler çekilmişken bile arkalarının göründüğünü görürsünüz. Her şeyin arkası olması düşüncesi ile olayların arkasını merak etmek, insanların hayatlarının ardında gizli kalan şeyleri merak etmek durumu ortaya çıkıyor. Facebook'ta ya da İnstagram'da insanların hayatlarını anlamsızca izleyip onları kıskanmıyor muyuz, özenmiyor muyuz, gülmüyor muyuz? Aslında bir anlamı yok değil mi aygıtı kapatmak ile pencereyi kapatmak aslında aynı şey. Aygıt kapalıyken bile acaba neler oluyor diye merak ediyoruz. Sağduyu eksikliğinden kaynaklanıyor ki filmde Stella bunu filmin başında "ekmeğin arasına biraz da sağduyu koyacağım" diyerek belirtiyor. Mantık aslında sağduyu olmadığı zaman tehlikeli. Filmdeki durumları sırayla düşününce mantık olayı yaşayan kişiyi sabit fikre itiyor. Onunla aynı fikre kapılan kişinin inanması için kendi düşüncesini mantığına uyumlaması gerekiyor. Savunan kişi kendi mantığı doğrultusunda karşı düşünce oluşturuyor. Gene mantık tek başına bir anlam ifade etmediği gibi. Kişi kendi keşfini gerçekleştirirse bundan bir pay çıkarıp mantıklı olduğuna inanır. Çünkü diğer insanların hayatları gerçekte bilinmiyor. Pencereden ne kadarı görünüyorsa, insanların hayatları için bildiğimiz o oluyor. Sağduyunun gerekliliğinin argümanı. Ayrıca film Afacan Detektifler gibi filmlerin başlamasına neden olmuştur ve Alf'in bir bölümü de esinlenmiştir.
İzlemekte geç kalınmış filmlerin arasına bugün bir yenisini ekliyorum. Bu nasıl bir dramdı onlar nasıl gerçek sahnelerdi öyle ellerim titriyor yazarken. Russell Crowe oyunculuğu ile beni dumura uğrattı. Her an insanlığın yoksulluğuna, çaresizliğine ağlarken buldum kendimi. Ve bunu bazı filmlerdeki gibi duygu sömürerek ya da çocuk masumiyetinin ardına saklanarak gerçekleştirmedi film dünyanın acımasız tüm gerçekleri ile yüzleştirerek yaptı ve gönlümü kazandı. Müziklerinin bazıları Akıl Oyunları'nın müziklerini çağrıştırdı özellikle Central Park sahnesinde çalan müzik. Külkedisi ismi ile yoksulken yalnız olma durumu verilmek istenmiş ama film bunu o kadar tatlı bir şekilde sunuyor ki tek bir kahraman olmaması gerektiğini bunun bir toplum savaşı olduğunu aktarıyor ve tabi ki Amerikan hükümetinin sırf kendi insanlarını savaşa sokmak için önce borsayı çökertmesi sonra aç bırakılmaya yüz tutan bir ortam hazırlaması ve orduya katılmaya mecbur bırakmasından dolayı mağdur olan herkes bir külkedisine dönüşüyor. Külkedisinin Cindrella olması değil Cindrellaların Külkedilerine dönüşmesi savunuluyor. Boks bu anlamda mücadele, çaba, azim, direnç, zafer gibi durumların dışında insanlık savaşını ifade ediyor. Sınıfsal yapıların çatışması... Filmin sembolleri de en az oyunculuk ve tema kadar etkileyici. Örneğin ekmek ile ilgili söylenen sözler Brecht'in "önce ekmek sonra ahlak" savını destekliyor. İrlanda, Milyonluk Bebek filminde olduğu gibi sömürge olarak ezilen halkların bir sembolü idi. Bazı boksörlerin hayatı maç olur hiç evine giremezler, aileleri ile vakit geçiremezler devamlı idman yapmak zorundadırlar ama James J. Braddock'un hayatı gerçek bir maç. Kazanmak zorunda olduğu. Hayatını kazanmak zorunda olan insanların mücadelesi, savaşı. Öyle bir maç düşünün ki kazanmak zorundasınız. Ringte mağlup olmak yaşamda ezilen ya da öteki olmaya benzemez. Bunu, yiyecek yemek olmayan yemek masasında tanrı inancının kırıldığını aktararak çoğu filmde gördüğümüz haç, İsa, Meryem gibi sembollerle desteklemeyip insanın yaşama olan inancı ile anlattığı ve tanrının insanın yanında olmadığını, insanların inanmaya mecbur bırakıldığı ve aciz varlıklar olduğu eleştirisini yaparak çok daha vurucu bir şekilde etkiliyor. Saat 12 olmuş balkabağına dönüşmeden gitsem iyi olur.
merveceliktn bunu beğendi.
Fikir güzel ancak işleniş çok boş geldi bana. Büyüklere hitap eden bir yönü yok. Tamamen küçük yaşlara hitap ediyor. Mantık hataları ile dolu olmasını geçtim bazı sahneler için hiç uğraşılmamış bile. Kötü ve iyinin savaşı klişe. Espriler bazen tebessüm uyandırdı bazen güldürdü ama kahkaha attırmadı. Bu bir Pixar ya da Columbia Pictures animasyonu olsaydı tadından yenmezdi film çok da yaratıcı olurdu ve bizlere de hitap ederdi ama Dreamworks işi diye o kadar bağırıyor ki film; çocuk masumiyetinin arkasına saklanmak, duygu sömürüsünün dibine vurmak, gereksiz şirinlik, anlamsız göndermeler. Ben pek beğenmedim on dört yaşındaki kız kardeşim de sadece sonunu beğendi.
Neden bir şey yazmadım diye düşündüm ve yazmak istedim. Öncelikle filmin vaat, dönüşüm ve prestij bölümü ile başlamak istiyorum. Seyirciye vaat edilen, filmde dönüşüm yaşatarak etkileyen ve akıllarda yer etmesine neden olan prestij sahibi bir film.. Filmle ilgili çok anlaşılmayan bölüm olduğunu duydum ve izniniz olursa kendimce yaptığım analizleri aktarmak istiyorum. Film başladığında açıklama yapılırken gördüğümüz klonlanan şapkalar bize benzerliklerin bu dünyayı kirlettiğine dair bir mesaj aslında. Kurgusu çok güçlü olduğu için algılamakta zorlanılmış olabilir. Ama ben karışık olduğunu düşünmüyorum. Bir günlük yardımı ile flashback diyemeyiz ama başka birinin yaşantısının keşif hikayesine tanık oluyoruz diyebiliriz. Sonunda anladığımız ise şu Hugh Jackmanı aslında o olmayan ama o olmak isteyen klonu öldürüyor. 1. Christian Bale boşuna idam cezası alıyor ve ölüyor. Buradan gene başka birinin yerinde olmayı istemekteki hastalıklı durumun sakıncalı oluşu söz konusu. Ama aslında olup biteni bize baştan kuş numarası ile vaat edilen kuşun yok edileceği, dönüşümü kuşların değiştirilmesi ve prestiji de "Kafesteki gerçek kişi ölür ve yerine bir başkası geçer" diyerek sunuyor film. Benzerlik sadece ikizler arasında mümkündür. Ve prestij sahibi bir iş tabi ki sihirbazlık ve prestij sahibi olmak için de ego mücadelesi yaşanır ve bedellerine katlanılır. Genel bir olgu vardır; sır güvende tutar. Film bunu kırıyor ve iki şekilde de sunuyor hem güvende tutuşu hem de tehlike ile burun buruna getirerek güvensiz bırakması. Ölümü oyun olarak görenler bunun ciddiyetini idrak edemezler. Oyunda yer alan kişiler kendini kaptırırsa o dünyanın yeni gerçekliği onları boğmak zorunda kalır ki gerçek olmadığı durumu ile yüzleştirebilsin. Kimisi yüzleştiğini göremez bile ve ölmeden önce bütün yaşananların gerçek olmaması için çırpınır. Kimisi de aldığı intikamın gerçek bir intikam olduğunu düşünür ama öldürdüğü aslında kendisinin bir benzeridir. Of!
Filmin dramatik yapısından çok çatışmalarından ve sembolik anlatımlarından etkilendim. Filmde ötekilerin mücadelesi söz konusu bunları sırayla siyahi ırk, kadın cinsiyeti, küslük, sakat olma durumu, yetersiz görüldüğü için ezik hissetme, bir suçlu, bir şişman, bir fahişe ve tabi ki İrlanda gibi bir sömürge ile sıralamak mümkün. Galler dili öğrenilmesi, boks pelerininin arkasındaki İngiliz İç Savaşında İrlandalı presbiteryenler tarafından kullanılan arp arması, kafenin adının IRA olması gibi gibi semboller ve "İrlandalılar her yerde" sözü bize şunu veriyor. İnsanın kendi içinde olan bir varoluş savaşı var. Bunu Ringte İrlanda arması taşıyarak bir İngiliz'e karşı yaptığı mücadele ile İç Savaşı simgeleyerek ifade etmiş Clint Eastwood ağabeyimiz. Bokstaki zıt kurallar yani sağ yumruk için sol, sol yumruk için sağdan güç alma durumu inat ve mücadele ile verilmiş. Filmde bu zıtlıkları karakterler üzerinden kabullenmeme, hırs, inat, söz dinlememe gibi etmenler üzerinden görüyoruz. Ölmemek için yaşamak gerek. Darbe almamak için "sol" elini indirmemek ve tabi ki yaralanmamak için her zaman kendini korumak. Filmde karakterlerin çeşitli koruma durumları söz konusu. Biri kendi adını kirletmemek ya da kızıyla olan iletişimsizliği ya da küslüğü nedeniyle başka bir hayatta yaşayarak kendini koruyor. Biri kız olduğu için bu durumdan rahatsız olması ile birlikte verdiği mücadelenin değerini koruyor kimi de yaşlılıktan kıpırdayamadığı için güçsüzleri savunamayacağı durumuna kendini inandırmaktan yani alışkanlıktan koruyor. Patron deme anları hep aklıma Yeşil Yol'u getirdi izlerken yani yaşamak için birbirimize ihtiyacımız olduğu yalnız kalan bir insanın ölmemek için bir nedeninin olmaması vesaire. Bazen kendi yarattığımız dünyaya o kadar inanırız ki başkalarına söylemediğimiz şekilde onları anlamlandırırız hayatta ve ne kadar mitomanik olsa da bu bize güç verir. Aslında finaldeki durumda tam olarak buydu. Kızının sembolik olarak ölümüne tanık olan adamın hayattan zevk almak için pasta yemesi. Pastanın bu anlamda gene bir Fransız İhtilali göndermesi olduğunu düşünüyorum. Pastanın bir insanı mutlu edebilecek olduğuna inandırma aciziyeti. Bundan dolayı da liberal bir final olduğunu söyleyebilirim.
Gözüme çarptı ve filmle ilgili anlaşılmayan bir durumu aydınlatmak istedim; hayal gücümüzün sınırını zorlarken öz veride bulunmak gerektiğini hayalperestliğin, romantikliğin gerçeğin önünde duramayacağını kanıtlıyor film. Yaşamak istediğimiz alternatif dünyanın da bir sınırı olduğunu anlatıyor aslında. Labirent hayatın kendisi ve hangi yöne gideceğine karar veremediği için içinde kaybolanlar da insanoğlu. Başyapıttır kendileri.
İzlediğim dört saatin her dakikasına değdi. O kamera açıları o çöl manzaraları. Gerçekten yaşadığımı nefes aldığımı hissettim. Özellikle müzikleri beni çok etkiledi insan batı müziği ya da oryantal müzik duyunca dinler ama ikisini bir arada duyunca çok etkileniyormuş. Tabi burada art arda ya da zamanla sıra sıra çalan müziklerden bahsetmiyorum. Aynı anda hem batı hem oryantal ezgilerin birleşimini dinlemek farklı olduğu kadar filmin alt metnini de güçlendiriyordu. İnsan bir çölde ne bulabilir diye sorabilirsiniz. Esas o çöldü izleten. İnsanın içindeki çöl. İnsanın içindeki kurak sessizlik... Lawrence'ın karakteri de bu sessizlik içinde savaşıyordu tıpkı bir eşkıya gibi. Kendi saklandığı dünya, dövüştüğü yel değirmenleri kendi ülkesinin sömürgeci geleneklerinden kaçmak için bir kurtuluştu. Mucizenin tanrıdan geleceğine bunun gerekliliğine inanan düşünceye karşı çıkıp kendi yazgısını yazdığı düşünüldüğünde ilahlaştırıldı ve sembolik bir lider haline geldi. Psikolojik olarak evreler düşünüldüğünde önce içindeki sessizliği susturmak isteyen bir mırıltı iken yankıya dönüşerek kalabalık olmanın verdiği güveni yaşıyor. Sonra çözümün dostlukta kardeşlikte olduğunu idrak etmesi ile silahını bir Araba vererek savaşı anlamsız bulduğunu aktarıyor film bize. Hemen ardından dünya gerçeklerinin karşısında romantik düşüncelerin bir şansı olmayışı durumu ile karşılaşılması güç ve tutku çatışmasını yaratıyor. Biri gerçek öteki arzulanan bir hayal. Zafiyet ve zayıflık diyelim biz buna. Fethetme arzusu, eğilimi kendi ülkesinin kanı damarlarında olduğu için değil, doğadaki mücadelesinde ilkel benliğine kavuştuğu için ortaya çıktı. Kendi yazgısını yazdığını düşündüğünde, can alıp verebildiğinde önce ahlak dedi ve bir peygamber tutumu izlemeye başladı. Filmde yer yer Musa, Davut / Lawrence, Davud benzetmesi yapıldı. Çölü geçebilmek, Kızıl denizi yarabilmek gibi bir mucize gerçekleştirmek gibi gibi. Khalid ve Howeitat kabileleri İsmailoğulları ve israiloğullarını temsil etmekteydi. Aslında Arap İsyanı, Arapların değil de daha çok Lawrence'ın tanrının yazgısına karşı çıkabilmek başkaldırısı ile başlıyor. Ne yazık ki ilahlaşan, savaşan, yöneten kişinin dünyanın kanını gördükten ve emdikten sonra silahtan nefret etmesi ve fırlatması silahı kendi eliyle isteyerek sunduğu anla yüzleşmesine neden oluyor. "Tanrı olmayı istemek" imkansızlığı ile yıkıma uğraması ile trajik bir ruh ölümü gerçekleşiyor. Burada da tek tanrılı din düşüncesindeki bireyin aciz ve çaresiz oluşunu görüyoruz. Ha tanrının ha İngiltere'nin kulu. İkisi de emperyalist. Fikir tamamen köle olmaya karşı dayanışmada bitiyor. Film çok keyifli bir biyografik anlatım sunuyor. İnsan kayırmıyor. Taraf tutmuyor. Türkler'i ilk kez bu kadar Türk gördüm. Ahlaki olarak bazı izleyenleri memnun etmese de askerlikteki yalnızlık ve erkil çoğunluk durumundan dolayı askerlerin arasındaki eşcinsel ilişki bilindiktir ve bu da filme ayrı bir gerçeklik katmış. Araplar batılı anlatımlardaki barbarlığı sunmuyorlar aslında aç gözlüsü de, ahlaklısı da, yandaşı da, dostane olanı da var. Hatta barbarlıkla ünlenenlerin neden öyle olduğuna dair cevaplar da bulmak mümkün. İngilizler klasik asil ya da erdemli olarak ifade edilmiyor. Kurnazı da sersemi de kalleşi de görmek mümkün. Aslında bütün ezilen öteki olarak adlandırılan toplumların dayanışmasına ortak olan ve acısını çeken bir batı filmi diyebiliriz. Hristiyanlığı baz alırsak da Lawrence'ın İsa gibi acı çektiğini görmek mümkün. Bu düşünce de oldukça insancıl, kahramancıl ve kulağa anlamlı geliyor.
Animasyon kalitesi Pixar kadar iyi olmasa da filmin kalitesi Pixar kadar iyi ve yaratıcı. Çok tatlı espriler barındırıyor. On saniyede bir kahkaha attım. Dünyadaki sistem kişinin kendi benliğini yaşamasına izin vermiyor bunu filmde mobil sistem içinde görüyoruz. Bazen kendi kişiliğimizi yok edip farklı bir kişi gibi davranmamız gerektiği hissine kapılıyoruz ve kendi benliğimizi öldürüyoruz aslında bununla ilgili sağlam eleştiriler taşıyor. Toplum tarafından dışlanan birey toplumun seveceği kişi haline gelmek için uğraşır ya aslında kendin olmanın önemini anlatan bir film. Bunun dışında ne kadar özgür irade yüceltmesi yapılsa da kapitalist reklamlar eksik olmuyor ne yazık ki. Spotify'da sörf yapmak gibi. Ya da eğlencenin kestirme adresi gibi gibi reklamlar bunlar. Youtube, Twitter, İnstagram gibi uygulamalar da kullanılıyor ancak gereğinden fazla değil espri amaçlı sadece. Tadında olması beni memnun etti. Filmdeki karakterler ya da işletim sistemlerindeki karşımıza çıkan pek çok şeyi kendi özelliklerinin hakkını verirken görüyoruz. Örneğin Trol soyut bir şey ancak kitleyen, bulaşan, asosyal ve tiye alan bir karakterle insana dayalı bir formda sunuluyor. İnsanların iletişimini güçlendiren ya da isteğini karşılayabilen teknolojiye sağlam darbeler vuruyor bu anlamda da insanı aşağılıyor. Birey olarak aşağılanmak hoşumuza gitmeyebilir ancak toplum olarak aşağılandığımızda bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Tabi ki aile etkisi olmazsa olmaz ama bu kez duygusal sömürü emeliyle değil de daha naif bir şekilde sunulmuş aile. İnsan dünyaya geldiğinden itibaren ailesi ona şekil veriyor, ailesinin kültürünü, geleneklerini alıyor ve ailesinin önerdiği, yasakladığı hayatı yaşıyor. Yani aslında kimsenin gerçek bir kişiliği olamaz ve dünyaya geldikten sonra kişi kendini bir kez değiştirmek zorundadır tıpkı versiyon atlatmak gibi. Sartre'nin felsefesinde bunun sürekli olması gerektiği sunulur ve aslında programlanan insanlar olduğumuz gerçeğini yüzümüze vurmasıyla film oldukça etkiliyor. Kadınlara dayalı eleştirilerini başta hoş buldum. Whatsapp ilk çıktığında kadın emojileri sadece prenses ve gelin olarak sunulmuştu dediğinde gözlerim dolmadı değil. Övülmesi ya da sahip olunması gereken varlık içerlemesi oldukça memnun etti. AMA! film jenerik ekranın geçmeden önce kendi başlığını verirken sadece iki erkek karakteri koyup kadın karakteri koymayarak kendi haklı eleştirilerini kendi kendine çürüttü ve maalesef bu durum oldukça üzdü. Gene de konusu ve işlenişi bakımından aklımda hep kalacak ve çokça tavsiye edilecek.
Ralph Fiennes'ten üst düzey performans.. Filmin beni etkileyen yönleri kurgusu ve metaforlarıydı. İki ayrı zamanda geçen hikayeyi o kadar akıcı ve sürükleyici bağlamışlar ki bir an sıkılmadım. Gerilim ve gizem dolu anlar yaşadım. O kadar çok merak ettiriyor ki film bir şeyleri birbirine bağlamadan edemiyorsunuz. Örneğin ışık kapalıyken hala karanlıkta yazmak sözü mücadeleye ortak olmak anlamına geliyor bu aşk için sadece sen değil ben de savaş verdim ben de acı çektim detayı gizliydi ve böyle düşünüldüğünde bunun aşk olmadığının kanıtlanışı da mest ediciydi. Bunun dışında film karakterimizin bir tepenin kadın sırtına benzediğini söylemesiyle başlıyor bunu yaparak kadın vücuduna olan ilgi verilmiş. Daha sonra bu durum hikayenin içinde anlatılan hikayedeki hikayede kadının erkeği nasıl etkilediğini ve tehlikeli düşünceler kurmasına sebep olduğunu anlatıyor. Aşkın bir sürü çeşitleri vardır. Romantik aşk, arzulu aşk, şehvetli aşk gibi. Ama içinde şehvet olan aşkta sadece dürtüsel bir devinim vardır. Savaş insanların psikolojik buhranını çok iyi ifade ediyor. Ölmek önemli değil insanlar yaşarken de ölebilirler; ölü hissedebilirler eleştirisi çok tatlıydı. Gönül çukuru başlıca bir metafordu. Çok arzulanan ama yaklaşması o kadar kolay olmayan. Karakterin ağzından kadına söylenen sözler oldukça rahatsız edici, görmezden gelici ve tahrik edici idi. Zaten ilk seferden sonraki aşkın unutulduğu sevişmede vahşileştikleri ve hem fiziksel hem de sözsel olarak birbirlerine zarar verdikleri durumu görülecektir. İlki kağıt gibi; özen göstermek gerekir, hassastır kadın gibi de. Ama araya şehvet girdiğinde tanrısızlaşmanın gerekliliği de çok net ortaya çıkıyor. Neden karakterin tanrıya içerlediği ve varlığını kabullenmediği detayını vermişler sizce? Çünkü karanlıkta yazmak için inanca ihtiyaç vardır. Ama bunu başaramadığında tanrının insanın yanında olmadığı düşüncesi ortaya çıkar. Belki de pes etmeye ihtiyaç vardır. Filmde erkeğin kadını ele geçirişi, emperyalist ülkelerin sömürgeleri üzerinden aktarılıyor. Sen benim malımsın, bana ait olansın düşüncesi eğer benimle yaşarsan seni daha çok mutlu ederim tıpkı o koloni benim olursa daha verimli olur düşüncesine benziyor zaten. Kumların yukarıdan görünüşü mağara resimlerini andırıyor ki ilkel şehvet durumu kesin görülsün diye verilmiş. Ama gel gör ki Britanya imparatorluğundan gelmeyen yardım, kurtuluş olmayan bir yol ve ele geçirme arzusunun saçmalığına bunun da bir anlamı olmayışına eş değer. Savaş bitse de yaralarının sürüyor oluşu bazen verilen mücadelenin değersizliği ile ölçülebilir. Ayrıca hastalıklı bir düşünce olduğunu belirtmek için de karakterin hastalık türevlerine yoğunlaşılmış bu adam neden hasta sorusunun cevabını almış oluyoruz. A) acınacak durumda olduğunu düşünmemizi istedikleri için, B) Fizyolojik olduğu kadar psikolojik hastalığı olduğunu çağrıştırmak için, C) Geçmişini silemeyen bir adamın düşünce mücadelesi verdiğini anlatmak için ve D) Yaşadıklarının çok büyük acılara sebebiyet verdiğini aktarmak için. Filmde aşkın yanı sıra antiemperyalist bir eleştiri, savaş karşıtlığı görünüyor. Bu anlamda filmin içinde de Almanlarla iş birliği yapılması ulus ya da milletin çok da elzem bir kavram olmadığını anlatmak için kurgulanmış. Hayatta insanın bir yerinin olmadığı durumu sömürgeleştirme ile eleştirilmiş. Zaten film de oldukça ırkçılık karşıtı bir filmdi. Ama şehvetin içinde bir ırkçılık söz konusuydu. Aşk filmde hiç görülmeyen. Görünen şey şehvet.
merveceliktn bunu beğendi.
Dramı bol hatta fazla denilebilir. Filmi izlemeden önce fazlasıyla ön yargılıydım belki de ondan dramını fazla buldum. Herkesin tahmin edebileceği gibi Yahudi çocuğun öleceğini düşünüyordum, basit bir Holokost filmi diyordum ancak film beni yanıltmakla da kalmadı olduğum yere de mıhladı. Romantik duygu sömürüsü bir şey ile karşılaşacağımı düşünürken insanın düşmanı yoktur, bunu yaparak sadece kendine zarar verir ve kendi kendini yok eder eleştirisi ile karşılaştım. Savaşlar çocuk yetişkin ayırt etmiyor. Dünyanın en kötü gerçeği çocukların hayatlarını yaşayamaması. İsrail Filistin savaşında okullara atılan civa bombaları, bin yıl önce büyüyüp de düşmanımız olur düşüncesiyle kundaklarında katledilen bebekler ya da nehirlerde boğulan çocuklar, ölümün yanında yetim kalmaya şükredebiliyor insan! Çocukken hayal gücünü yok etmek gerçekçi düşünmeyi sağlamak imkansızdır film bunu da savunuyor bir yandan. Romantik düşüncedeki imkansızlık durumu.. İnsanın tek engeli kendisidir. E aşılmaya çalışılan karşı gelinen bir şey düşmandır öyleyse. Düşmanlık ya da ırkçılık da insanın kendisine bir engeldir ama. Film ne güzel bir cümle ile başlıyor değil mi çocuklar mantıktan önce görüntü ile sesle ve kokuyla algılar dünyayı ve bunlarla büyümek zorundadır. Olup biten her şey ve yaşanan dünya kısıtlı olduğunda yeterli olmadığında ya da çok taraflı gösterildiğinde gerçek daha çok merak edilir. Çocuğun hayal gücü yıkılamaz, dostluğu öldürülemez. Çocuklar düşman olamaz küslükleri bile dakikalar sürer. Eğer özgür irade kontrol edilmek istenirse böyle trajik sonuçlara yol açar. Dünyayı yönetmek isterken kendilerini yönetmeye çalışan Üçüncü Reich dönemindeki trajik hata budur. Gözlerinin önündekini görememek. Çocuk olmayı görmezden gelip yetişkin olmaya karar verdikleri için bu kibirli hataya düşerler ve acı çekmek zorundadırlar. Alınan koku inandırılan çöp ya da yiyecek kokusu, duyulan sesler oyun bahçesi, müzikler... Gerçek ancak bilerek, öğrenerek ortaya çıkar. Bu noktada Bruno'nun kaşif olması önemli bir detay. Çünkü aslında bununla verilmek istenen kişinin kendini keşfetmesi gerektiğidir. Görünen durumlara bakalım. Baba hep iyidir, kahramandır. Anne çocuğunu gözler, korur. Abla ya da abi kardeşine kötü davranır. Hah! Bu genellemelerin hepsini kırıyor film ve gönüllere lastikten salıncak kuruyor.