GEÇMİŞE DOĞRU KEYİFLİ BİR YOLCULUK: Breakfast At Tiffany’s
(Yazar: Neclaa)

60’lı yılların Amerika’sındayız. Şık ve zarif görünümüyle genç bir bayan New York sokaklarında boy gösteriyor. En sevdiği mekanın önünde kahvaltı yapmasıyla da bu genç bayanın karakterine ve yaşamına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.

Truman Capote’ nin aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film, kostümleri ve karakterleriyle adeta o dönemi yansıtan bir ayna niteliğini taşıyor. Her sahnede farklı bir karakter hikayeye dahil olsa da merkezde çılgınlıklarıyla gülümseten ancak bir o kadar da hüzünlendiren bir kadın var. Aslında diğer karakterler de bu çılgın kadının derinlerde gizlediği kimliğini bulmasına yardım ediyor. Özellikle de yalnızlığını paylaştığı kedisi. Kedisine bir isim vermemesi onu "kimseye ait olmayan" yapıyor. Böylelikle ona hem sevgisini hem de nefretini verebiliyor.

Baştan sona paraya fazlasıyla kıymet veren bir kadına baktığınızı zannederken aslında bunun mecburi ihtiyaçtan kaynaklandığını görüyorsunuz. Sevgiyi, gerçek mutluluğu hep bir kenara itilmiş halde buluyorsunuz. Ancak her ne kadar ikinci plana atılıyor gibi gözükse özellikle kardeşi Fred’ den bahsedilen sahnelerde derin bir sevgiyle karşılaşıyorsunuz. Peki bu zarif kadın niçin bu davranışları sergiliyor? Bunun cevabını da yazar olan üst komşusu Paul sayesinde öğreniyoruz. Onu her koşulda koruyup kollayan bir karaktere sahip olan Paul, bu genç kadının kabullenemediği gerçek duygularıyla yüzleşmesini sağlamada kilit bir rol oynuyor. Bu haliyle Paul ile Holly arasında gerçekleşen diyaloglar, bir muhabbetten çok daha fazlasını anlatıyor desek abartmış olmayız sanırım.

İlerledikçe konusu olmayan bir hikaye görünümü veren film sonlarına doğru aslında bir kadının iç dünyasının derinliklerinde kopan fırtınaları açığa çıkarıyor. İzleyicinin anlam veremediği olaylar, alınan ani kararlar, ayrılıklar mantıklı birer açıklamayla sona eriyor. Öyle ki sürekli Güney Amerika’ya yerleşme isteği olan Holly, planlarının arasına New York’ a mutlaka geri dönmeyi ekliyor. Bir insana veya nesneye uzun süre bağlanmayı reddediyor. Bu haliyle de kalabalığın içindeki yalnız kadın oluyor.

Ve Müzik… Filmle özdeşleşen Moon River şarkısı Audrey Hepburn’ ın sesiyle birleşerek bizi eski zamanlara götürmekle kalmıyor aynı zamanda dönemin sıcaklığını ve samimiyetini de yaşatıyor. Müziğe eşlik eden bir diğer etkileyici faktör ise kostümler... Dönemin moda anlayışına ışık tutan kıyafetler, karakterler ile vücut buluyor ve seyirciye görsel bir şölen sunuluyor.

Özetle bir kadının gizemli dünyasını anlatan keyifli bir film olma özelliği gösteren Breakfast at Tiffany’s unutulmaz filmler içerisindeki yerini her geçen gün daha da sağlamlaştırıyor. Geçmişe doğru keyifli bir yolculuğa çıkmak isteyenler için iyi seyirler!

Comments