Yıllar sonra tekrar seyrettiğim şahane film. Özellikle son 30 dakikasındaki derinlik tüm bedenimi etkiliyor, müthiş bir sanat eseri. Zamanın doğası, yaşamın döngüsü ve ölümsüzlük arayışı gibi derin temaları ele alıyor. Hugh Jackman ve Rachel Weisz'in muhteşem performanslarıyla desteklenen film, üç farklı hikayeyi bir araya getiriyor ve izleyicilere büyüleyici bir görsel şölen sunuyor. The Fountain, varoluşsal soruları cesurca sorgulayıp, ilahi aşk, ölümün kabulü ve insanın sonsuzlukla olan ilişkisi gibi temaları işliyor. Filmin görsel anlatımı öyle etkileyici ve şiirsel ki, seyircileri farklı bir dünyanın içine çekiyor. Kişisel ve evrensel düzeyde izleyicilerle bağ kuran ve kişinin kendi deneyimleriyle rezonansa girebilecek eşsiz bir başyapıt.
Darren Aronofsky denilince akıllara; insan ruhunu anlamaya çalışan, derin sulara tüpsüz dalışlar yapan bir sinemacı geliyor. Muhteşem hayal gücünde bir film. Gerçekten gerek konusu gerek stilize efektleriyle sanat eseri.
İçsel yolculuğa çıkaran romantik bir film çok tarzım değil en azından şu aralar. Sevgilisinden ayrılmış ve ölecek gibi hissedenler izleyebilir güzel ağlatır.
Muhteşem müzikleri ve atmosferiyle beyin yakan cinsten bir yapım. Hugh Jackman harika bir performans sergilemiş. Anlaşılması güç olsada alt metninde harika bir mesaj barındırıyor. İzlerken düşündürenlerden. Harikaydı.7.7/10
Olağanüstü güzellikte bir film. Aronofsky filmografisinin en beğendiğim işi. Birkaç kez izlemek gerektiğini düşünüyorum, her izlediğimde final sahnesinde tüylerimin ürpermesine engel olamıyorum.
Alevi deyişlerinde ya da Heavy Metal şarkılarında (ikisi ne alaka diyebilirsiniz ama bana hissettirdikleri neredeyse aynı) hissettiğiniz bir şey vardır hani, doyum noktasına ulaşırsınız. Kendinizi o şeyin içinde bulursunuz. Bir otobüste ya da toplumun göbeğinde başınızı sallarken bulabilirsiniz kendinizi. Öyle bir film tam da. Huzur verici, rahatsız edici, tatmin edici, korkutucu, heyecanlandırıcı, merak ettirici. Yılların klişesi aslında, ruh-beden kavgası. Tanrımız, hayat ağacımız ya da sevgilimiz ana noktamızda. Deli gibi ulaşmak istiyoruz. Tamamen O olmak istiyoruz. Hallacı Mansur’un “Enel Hakk”ı yahut Budha’nın mevsimlerce bir ağacın altında oturup ışığı bulması. Hepsinin sonunda ölüm yok mu? İnsan eliyle yahut Tanrı eliyle… Ölüm sonsuzluk değildir, buna katılmıyorum. Ölüm doyum noktasıdır, en büyük hazdır. İnsanoğlunun ulaştıktan sonra geri kalan her şeyi anlamsız bulacağı bir noktadır. Standart bir "kadın filmi" diye ifade edilmiş bazı yerlerde ama benim açımdan mistik/dinî bir film. Hayatımın filmi diyebilirim.
Film sekans sekans ilerliyor. Ve her sekansta bir daha baştan etkileniyor insan. Ölümsüzlüğün arayışında, tanrının yolunda bir İspanyol konkistador'un mistik, ruhani yolculuğu diyebiliriz. Aslında anlatılmak istenen kader sensin, seçim sensin. Tercihlerin bize bırakılışı ve bu özgürlüğün ruhu besleyişi.. Beden cansız bir nesnedir. Ruh olmadan yaşayamaz. Ruh da aşk odaklı kurguda. Kurguya dahil olmak yerine kendi kurgusunu yazma imkanı sunuyor. Aslında başkalarının yarattığı konuştuğu bireyler olarak yaratılıyoruz. Herkesin yaratıcı olduğu bir dünyada insanın kendi kendisini yaratması çok da garip gelmemeli. Hristiyanlık, Budizm ve Maya pagan inanışını bağdaştırarak iyi bir fikir veriyor. Konkistadorler şehir mertebesine yükseltildikleri için kurbandır aslında. Gene başka bir detay olan Kraliçe İsabella'nın engizisyon yargıcı Torquemada'yı öldürmekten vazgeçmesinin nedeni. Kurbanların yani kuzuların olduğu dünyada kurtlar her zaman olmalıdır bu bir denge meselesidir diyor. Sahnelerdeki ters açıdan düz açıya geçişin nedeni bence yaşatmak için öldürmeyi riske alan doktor sembolüdür. Kumandanlık da öyle. Günümüz cehennem, geçmiş cennet ve düşünce sahneleri arafı temsil ediyor. Işık ve renk paletlerinden anlaşılabilir bu durum. Düşündüğümüz an muallakta yani arafta kalırız aslında. Keşkelerin çok anlamlı olduğu bir film o nedenle kesinlikle. Var olmaya çalışırken yok oluşu görmek insanın cehennemidir. Geçmişlerimiz ise kötü anılarla güzel anılarla da dolu olsa yaşamak cennet hissi yaşatır. Rachel Weisz'in suratındaki korkunç ifade, hissizlik ve Hugh Jackman'daki yaşama heyecanı, atak, adrenalin, ölüm olan bir dünyada insanın kendini yazma, kendini yaşatma dürtüsü buna tahammül etmesini kolaylaştırır. Filmdeki Divine Hords yazısı aslında filmi özetler niteliktedir.
"Bedenlerimiz, ruhlarımızın hapishaneleridir. Derimiz ve kanımız, tutsaklığımızın demir parmaklıklarıdır. Yine de korkmayın. Et çürür. Ölüm, her şeyi küle çevirir ve böylece ruhu serbest bırakır."
"Çok acaip bir film izledim" diye başlayayım. İlk başta sıkıldım. Ama ne zaman içine aldı beni , nasıl bitti anlamadım. Bir rüya görüyor gibi izledim sanırım. Çok büyük beklentiye girip izlemeyin, sadece farklı birşey izleyeceğinizi bilin yeter. Hugh Jackman tek kişilik bir sahne performansına çıkmış giibi harika bir oyunculuk sergilemiş. Sonlara doğru görsel ve işitsel bir şölende buluyorsunuz kendinizi.Ölüm ve yaşam konulu filmleri seviyorsanız izleyin lütfen...
Kesinlikle kafanız dolu iken yaklaşmamanız gereken bir film. Yoğun, anlaşılması zor ama kavradığınızda sizi içine hapsediyo. Hugh Jackman zaten oyunculuğuyla büyülüyo :) Benim tarzım değil kafam pek dingin değildir genelde film izlerken bile kendi kendime kritik yaptığımdan bir kaç kere koptum filmden ama zor da olsa yakaladım ucundan bir şekilde bitti ^^ Pişman değilim ama "Wow" da deditrmedi.
Ölümden korkmamasına rağmen kanser eşini yaşatma çabasında olan bir adam...Başarabilecek mi?Ölüm aşkı bitirir mi ?Tasvir gayet başarılı.Aşkı farklı gözlerden görmek isteyenler bu filmi izlemeli bence
Zamanın doğası, yaşamın döngüsü ve ölümsüzlük arayışı gibi derin temaları ele alıyor. Hugh Jackman ve Rachel Weisz'in muhteşem performanslarıyla desteklenen film, üç farklı hikayeyi bir araya getiriyor ve izleyicilere büyüleyici bir görsel şölen sunuyor. The Fountain, varoluşsal soruları cesurca sorgulayıp, ilahi aşk, ölümün kabulü ve insanın sonsuzlukla olan ilişkisi gibi temaları işliyor. Filmin görsel anlatımı öyle etkileyici ve şiirsel ki, seyircileri farklı bir dünyanın içine çekiyor. Kişisel ve evrensel düzeyde izleyicilerle bağ kuran ve kişinin kendi deneyimleriyle rezonansa girebilecek eşsiz bir başyapıt.
Öyle bir film tam da.
Huzur verici, rahatsız edici, tatmin edici, korkutucu, heyecanlandırıcı, merak ettirici.
Yılların klişesi aslında, ruh-beden kavgası.
Tanrımız, hayat ağacımız ya da sevgilimiz ana noktamızda. Deli gibi ulaşmak istiyoruz. Tamamen O olmak istiyoruz. Hallacı Mansur’un “Enel Hakk”ı yahut Budha’nın mevsimlerce bir ağacın altında oturup ışığı bulması. Hepsinin sonunda ölüm yok mu? İnsan eliyle yahut Tanrı eliyle… Ölüm sonsuzluk değildir, buna katılmıyorum. Ölüm doyum noktasıdır, en büyük hazdır. İnsanoğlunun ulaştıktan sonra geri kalan her şeyi anlamsız bulacağı bir noktadır.
Standart bir "kadın filmi" diye ifade edilmiş bazı yerlerde ama benim açımdan mistik/dinî bir film. Hayatımın filmi diyebilirim.