Öncelikle gerçekten de tablo gibi bir filmdi. Görsel tatmin üstelik artık görsellik diyince sadece bilgisayar efektleri gördüğümüz için bu manada çok doyurdu çok gerçekçiydi, işleniş şeklini bir tık ağır bulsam da hiç rahatsız etmiyor bu ağırlık, aşk bence sizin yüklediğiniz tanımla ve hissettiğiniz şeyle alakalı o yüzden duygu geçişlerinin yeterli olmadığını hiç düşünmüyorum, oldukça güzel geçti tüm o hisler oldukça iyi verildi detaylar diye düşünüyorum. Hayat kimseye bazen uzun uzadıya neden sonuç ve bir sürü seçenek varmış gibi davranmaz. Bazen sadece belli ve değişmeyen yollar oluyor bazı insanlar için filmi izlerken yaşanılan dönemi de idrak ederek 21.yy sorgulamaları yapmak anlamsız. Mutlaka izleyin. Son zamanlarda izlediğim en iyi aşk filmiydi.
en başta genel kanımı bildireyim: kendisi izleyiciye oynamayan ancak gördüğü takdirin önemli kısmını mevcut siyasi iklime borçlu olan, vasat film. bu noktadan sonra spoilerlar eşliğinde daha detaya ineceğim. öncelikle çok temel bir soru soracağım: senaryonun bütün dayanağı héloïse karakterinin "yapmak zorunda" olduğu bir evliliğin, birbirine aşık iki genç kadın arasına koyduğu engel. peki bu "zorunluk" nereden kaynaklanıyor, nedenleri nedir? aristokrat sınıfa mensup ve maddi yoklukta bulunmayan bu kadını, hele ki onu zorlayacak baba, abi vb. bir patriyark figür de ortada yokken, çaresiz bırakan nedir? peki resimlerini kabul görebilmesi için babasının adıyla imzalamak durumunda kalsa da(ki filmin belki de tek dokunaklı noktası kadının emeğinin hakir görülmesiydi) bir kariyeri olan, 18. yy şartlarında paris'ten brittany kıyılarına(yaklaşık 500-600 km bir mesafeden bahsediyoruz) tek başına seyahat edebilen bir kadının neden bu konuda yapacak hiçbir şeyi yok? bunların filmin ufak da olsa bir yerinde işlenmesi gerekmiyor mu?
bütün dramaların zırıl zırıl ağlatacak, binbir felaketin ardı ardına sıralandığı bir melodram olmasını beklemiyorum elbette; ancak son tahlilde hiçbir seçim bu yönde yapılmamışken, 2020 yılında hala sünnet edilen afrikalı kadınla yarıştıracak acı bulamayınca koltuk altı kıllarını almak gibi basit bir hijyen uygulamasından mağduriyet devşiren batılı beyaz kadının "bak bacım sizin hala klitorisinizi kesiyorlar ama bizim de 300 yıl önce koltuk altı kıllarımızı kesmemizi isteyenler vardı, biz de sizin kadar acı çektik" deme yöntemi olan ve artık bıkkınlık veren koltuk altı kılı gösterme ve benzeri yüzeysellikte birkaç feminist sinema klişesinin arasına sıkıştırılmış, o bir hafta içindeki tumblr repostu tadında (sevdiği kadının venüs üçgenine ayna yerleştirip, ona bakarak otoportresini çizmek vb...) sekanslar dışında, bu kadınların birbirine aşık olduğu duygusu ne ara izleyiciye hissettiriliyor? bunu ancak 10 yıl ileri atladığımızda gelen meşhur "sayfa 28" karesinden sonra fark edip "aaa meğer ortada unutulmaz bir aşk varmış" diyoruz. gördüğüm kadarıyla birçok izleyen kendisini 10 yıl sonrasıyla ikna etmiş, ben edemedim...
Tarih içerisinde insan değişimi yaşayıp, şekillendirirken toplumun baskısı kaçınılmaz bir şey olduğunu söylememe gerek bile yok. Birbirinden dört farklı kadının anlatıldığı filmde; muhafazar ototiter bir anne, özgürlüğü arayan Héloïse, sanat dünyasında erkeklerin daha ön planda olmasından dolayı sanatı için mücadele veren Marianne, kendi hâlinde özgür bir yapıya sahip Sophie'nin o dönemi yansıtılmasında, yaşanılacak değişimin ve kültür açısından örnek olduğunu düşünüyorum. Annenin evden uzaklaşmasıyla, baskı ve otoritenin kalkışı Héloïse kabuğunun dışına çıkması, sevgiyle bağlanan aşkı Marianne'de tatması, o zamana göre yadırganacak bir adım olan hizmetçi kız Sophie ile birlikte mutfak masasında kağıt oynarken bir bağ ve iletişim, düşünce adına bir duygu dostluğu yaşıyorlar. Héloïse'nin okuduğu Orpheus ve Eurydike hikâyesi ile film daha da muazzam olmuş. Parçalar birleştirince son sahne de o etki, her şeyi daha iyi anlaşılıyor.
İki saatlik bir filme göre az kelimeyle zincir halkası gibi işlenilen konu, anlatılan hikâyeler, yaşanılan her şey çok güzel bağlanmış ve resmedilmiş. Aslında tam film geceleri için uzun uzadıya tartışılıp, konuşulacak bir film. Akıldan geçenleri bir çırpıda satırlara dökmek zor olsada görerek, geçişleri ve parçaları birleştirerek, hissederek izlemeye çalışın.
Şu yaşıma kadar izlediğim bütün filmler içinden sadece birini seçip;ölene kadar o filmin içinde yaşayacaksın deseler ;hiç tereddüt etmeden bu filmi seçerim.Şimdiye kadar sinema namına izlediğim her şeyi sildi aklımdan,yerle bir etti beni.Günlerdir bu filmin içinde yaşıyorum ve hiçte çıkmak gibi bir niyetim yok.Hakkında bulduğum her şeyi izlemeye ve okumaya çalışıyorum,o kadar ince detaylar var ki,kaçırdığım o sahne anlam bulunca daha da bağlanıyorum,gözümde daha da yüceliyor,yükseliyor,koyacak yer bulamıyorum,sığdıramıyorum hiçbir yerlere.Yalvarıyorum eğer yüzeysel bir şekilde izleyeceksiniz nolur nolur yanaşmayın bu filme,çünkü filmde bakmak ve görmek adına muhteşem şeyler var,lütfen bakın ve görün,sığ bir şekilde izlemeyin çok ama çok büyük bir film.Kanıma,iliklerime işledi.
Ani sahne geçişlerini, aceleye getirilmiş bölümleri, başrol oyuncularının kimi zaman duyguyu seyirciye aktarmadaki başarısızlığını bir yana atarsak çoğu diyaloğun ve sahnenin detaylarındaki incelikler gözlerden kalp çıkarabilecek boyutta. Mükemmelliği kıl payı kaçırsa da etkilenmemek imkansız.
öncelikle çok temel bir soru soracağım: senaryonun bütün dayanağı héloïse karakterinin "yapmak zorunda" olduğu bir evliliğin, birbirine aşık iki genç kadın arasına koyduğu engel. peki bu "zorunluk" nereden kaynaklanıyor, nedenleri nedir? aristokrat sınıfa mensup ve maddi yoklukta bulunmayan bu kadını, hele ki onu zorlayacak baba, abi vb. bir patriyark figür de ortada yokken, çaresiz bırakan nedir? peki resimlerini kabul görebilmesi için babasının adıyla imzalamak durumunda kalsa da(ki filmin belki de tek dokunaklı noktası kadının emeğinin hakir görülmesiydi) bir kariyeri olan, 18. yy şartlarında paris'ten brittany kıyılarına(yaklaşık 500-600 km bir mesafeden bahsediyoruz) tek başına seyahat edebilen bir kadının neden bu konuda yapacak hiçbir şeyi yok? bunların filmin ufak da olsa bir yerinde işlenmesi gerekmiyor mu?
bütün dramaların zırıl zırıl ağlatacak, binbir felaketin ardı ardına sıralandığı bir melodram olmasını beklemiyorum elbette; ancak son tahlilde hiçbir seçim bu yönde yapılmamışken, 2020 yılında hala sünnet edilen afrikalı kadınla yarıştıracak acı bulamayınca koltuk altı kıllarını almak gibi basit bir hijyen uygulamasından mağduriyet devşiren batılı beyaz kadının "bak bacım sizin hala klitorisinizi kesiyorlar ama bizim de 300 yıl önce koltuk altı kıllarımızı kesmemizi isteyenler vardı, biz de sizin kadar acı çektik" deme yöntemi olan ve artık bıkkınlık veren koltuk altı kılı gösterme ve benzeri yüzeysellikte birkaç feminist sinema klişesinin arasına sıkıştırılmış, o bir hafta içindeki tumblr repostu tadında (sevdiği kadının venüs üçgenine ayna yerleştirip, ona bakarak otoportresini çizmek vb...) sekanslar dışında, bu kadınların birbirine aşık olduğu duygusu ne ara izleyiciye hissettiriliyor? bunu ancak 10 yıl ileri atladığımızda gelen meşhur "sayfa 28" karesinden sonra fark edip "aaa meğer ortada unutulmaz bir aşk varmış" diyoruz. gördüğüm kadarıyla birçok izleyen kendisini 10 yıl sonrasıyla ikna etmiş, ben edemedim...
Kusursuzdu.