La haine (1995)La Haine
Rating
8.1 / 10
Your Rating
Director(s)
Language
French
Country
France
Runtime
98 minutes
dilara.oner
error_outline
Öncelikle konusu nedeniyle american history x tarzı ilk sekanslarda bir hareket bekledim ama biraz daha durgun giden bir yapım. Fransız toplumunun çöküşünü banliyö gençleri ve polis çatışmasından anlatan bir film. Ne umduğunuza göre filmin size katacağı değer değişiyor, siyah beyaz oluşu, konusu, çekim tekniği ve tabiki Cassel'in doğallığı beni aldı götürdü. Eksikleri var mı, tabiki var ama son sekans tüm eksikleri kapatmaya yetiyor. Sonuç olarak Bu Düşen Bir Dünyanın öyküsü... Önemli olan düşüş değil yere çarpıştır...
negerekvaryahu
error_outline
elli katlık bir binadan düşen adamın hikayesini biliyor musun? her katta kendini rahatlatmak için kendine şunu demiş: “buraya kadar her şey yolunda. buraya kadar her şey yolunda.”
kaptankaptanim
error_outline
Nefret eğer kontrol altına alınmazsa nefreti kullanmayı seçeni yok eder. Bu bir kişi de olabilir bir toplum da. Peki bu nefret nelerden beslenir? Baskı, kültürel farklılık, eksiklik hissi, kompleksler, itibarsızlık vb. Peki nedir bunları hissettiren? Sistemde adilane olmayan durumlar. Bunu sadece odak noktasındaki karakterler ya da diasporalar için söylemiyorum. Polisler de aynı nefretin köleleri olmuş bir topluluktur. Banliyölere karşı doldurulmuş ve güvensiz hissettikleri için şiddete de nefrete de başvurmayı gereklilik haline getirmişlerdir. Bunu yaratan sistem başından beri bize sonucun çözümsüzlük olduğunu hissettiriyor. Ellinci kata gelene kadar her şey yolunda de ve sonunda bir düşüş yaşayacaksın ama önemli olan çakıldığın andır. Film gerçek anlamda bir downfall ı temsil etmekte. Arap, Yahudi ve Siyahi üç ayrı etnik kültür, üç ayrı kişilik karşımızda paylaştıkları tek şey aynı hayatı yaşıyor olmaları. Filmde yer yer karşımıza başka kültürler de çıkıyor. Marketteki Çinli, Latinler, Rus, Yunan, Hintli gibi gibi. Banliyödeki yaşantının gerilimine dikkat çekerken azınlıkların bir arada bulunması içlerinde var olan potansiyel katili haklılaştırmaları gibi durumlar da görüyoruz. Ve elbette görmek, göstermek, inandırmak, ikna etmek yetiyor. Yaşam alanları, güvenli hissettikleri alanlarda var olmaya çalışıyorlar. Çoğunun eyleme geçme fırsatı yok var olmaları da yetmediğinden itibar kazanmak istiyor. Mal canın yongasıdır diyerek maddeye duydukları hassasiyet, paylaşımsızlık, geçimsizlik artıyor. Bunu kendi eşyalarına bile korumacı yaklaştıkları sahnelerde anlıyoruz. Karakterlerin biriken nefreti zaman zaman saldırganlıklarının bile birbirlerine yönelmesine neden oluyor. Neyse ki burada karakteristik özellikler devreye giriyor. Said daha toy daha romantikken Vinz daha başına buyruk, fevri hareket eden; intikam hırsıyla yanıp tutuşan ve Hubert ise daha asil ve bilge olarak karşımıza çıkıyor. Ve birbirlerini tanımayan, güvenmeyen ama anlayan kişiler olarak yalnız olmadıklarını anlamalarını sağlıyorlar. Film boyunca söylenen liberte egalite fraternite naraları çözümsüz kalıyor. Ki bunu tuvalet sahnesinde zaten aşağı yukarı görüyoruz. Kamera açıları ile birbirlerinin yerine konan kişiler, aslında farklı olmadıkları durumları belli edilirken, karşıt ve ayrıcalıklı durumları ile de çelişki yaşatıyor. Said'in gösterildiği ilgi türüne göre değişken yapısı, Vinz'i rahatsız ederken Vinz'in de hastalıklı düşünceleri Hubert'i rahatsız ediyor. Hatta Said'in arabadaki bildiği bir konuda ona inanmaları için bir kişiye daha ihtiyacı olması da acı bir durum doğuruyor. Birbirleri ile anlaşamayan ama yaşamak için birbirine muhtaç insanlar oluveriyorlar. Tuvalet sahnesindeki tuvalet örneğinde kaçan treni hayat ve hayaller, rahatlamak için duran adamı kendi yerimize koyarsak ne uğruna neyi feda ettiğimiz ortaya çıkıyor. Kısa vadeli çözümler için her seferinde fırsatı kaçırıyoruz. Taksim'den Beylikdüzü'ne gidip geliyorum uzun zamandır. Ve her seferinde "İstanbul senin" sloganına denk geliyorum bilboardlarda. Arada bir trafik esnasında İstanbul senin ..... dediğim de oluyor. Ama İstanbul bizim. Yaşam alanımız neresiyse orası bizim dünyamız. Birbirimize karşı doğrultmamız istenen silahı yani nefreti yok etmek imkansız. Ama burada da dendiği üzre çakılana kadar her şey yolundaymış gibi davranmaya devam edeceğiz. Çözümsüzlüktür sistemin en büyük silahı. Belirsizlik de cabası. Bizler biyolojik olarak ilkel çağlarda yaşamak için tasarlandık ve bu gerekliliği yerine getiremediğimiz her vakit içimizdeki saldırganlık daha da artıyor. Hayvanlar çocuk doğurur ve bir süre bakıp doğaya salar çünkü doğanın gereği budur. Ya da bir aslan ceylanı öldürür çünkü besin ihtiyacıdır. İnsanın içinde var olan faşizm tek bir hayvanda bile görünmez. Habitatımızda yaşamıyoruz. Doğduğumuz an masumuz ancak artık hayvanı değil insanı taklit ederek gelişiyoruz. Bu da önceliklerimizin temel ihtiyaçlarımız olmasından uzaklaştırıyor bizleri. Hayvanat bahçesi göndermesi burada gene önemli; sağa sola saldıran hayvanlarız ve kapattıkları, işaretledikleri, kategorilerine ayrıdıkları bloklar ya da mahalleler de bizlerin kafesleri. Doğayı yok etmelerinin en büyük nedeni gerilla ayaklanmalarının, isyanların mümkünsüz kılınması. Eleştiri doğru, tanrı(artık her ne ise) bize inanmıyor. Çünkü bütün kozlarımızı sisteme kaptırdık. Bireysel özkıyım gerçekleşmediği sürece dünya kocaman bir banliyö.
eminuk
error_outline
Öncelikle film güzel bir sistem eleştirisi olmuş. Aynı zamanda da insan betimlemeleri de bir harika. Ama ben karakterleri sevemedim, bu sebeple empati kurmak da içimden gelmedi. Tek yaptıkları kavga çıkarmak, uyuşturucu kullanmak, bir şeylere zarar vermek olan dişe dokunur tek bir eylemi olmayan insanların yok sistem şöyle, polisler böyle diye ahkam kesmesi hiç hoşuma gitmiyor. Öldüklerinde ya da zarar gördüklerinde üzülemiyorum. Evet var böyle tipler, filmin amacı bu filmleri sempatik göstermek mi bilmiyorum ama ben bu kişilerin protestolarını da ciddiye almıyorum. Film boyunca kocaman adamlar saçma sapan hareketler yaptılar ve davaları nedir, hangi düşünceyi desteklerler hiç bilemedik. Bu tür bir yaşam tarzını haklı çıkaracak hiçbir sebep yoktur gözümde. O yüzden filmi sevdim, karakterleri sevemedim.
Rainbow
error_outline
Toplumsal dışlanmaların aslında herkes farkında ...Önemli olan her şeye rağmen gözüpek olabilmek...Helal sana vincent cassel...İçtenliğin yine muazzammm
slymndgn
error_outline
Düşen bir toplumun hikayesi..
Lessienn
error_outline
aslında filmi en iyi yine kendileri özetledi, düşen bir toplumun hikayesi bu.gitgide düşerken kendini rahatlatmak için şunu dermiş:'' şimdiye kadar her şey yolunda.'' olay Fransa'nın varoşlarındaki ötekileştirmeyi ele alsa da rahatlıkla her millete her ülkeye pay çıkartılabilir.varoluş mücadelesinde şiddetin yerine de güzel değinilmiş.bi sorgulamaya itti beni açıkçası.
yazcsefa
error_outline
Sokaktaki hayata oldukça gerçekçi ve acı bir bakış. Film başından beri sürükleyici bir şekilde ilerledi ve harika oyunculuklar filmi aldı götürdü. Anlattıkları yaşanmış, yaşanan ve yaşananacak şeyler. Finali adeta tokat gibiydi. Kalbim duracak sandım. Film de en çok şu ihtiyarın üç gençle tuvalette konuştuğu bölümü sevdim. '' Tanrı' ya inanıyor musun, yanlış soru; asıl soru Tanrı bize inanıyor mu? ''
Ricky.McFloyd
error_outline
Sonuna kadar bir patlama bekledim. Biraz geç de olsa geldi ve şok etti, filmin kalanı ise müthiş bir kıvamda olmasa da akıcı ve kendini izlettiriyor. Üç banliyö serserisinin hemen hemen 24 saatine tanık oluyoruz filmde.
SoulArt
error_outline
Vincent gerçekten kaliteli bir aktör olayı yaşıyor sanki oynamıyor. Film gayet başarılı tavsiye olunur
eskon
error_outline
Fransız banliyolarındaki kokuşmuş hayatlar. fransayı sadece eyfel ve ''elize''den ibaret görenler bir göz atsın derim
omurr
error_outline
"Şimdiye kadar herşey yolunda " süper di
BlackPeter
error_outline
"önemli olan düşüş değil,yere inmektir." gerçekten güzel bir film.
capote
error_outline
filmin konusu ve anlatımı dışında çekim tekniği olarak arka fon yaklaşırken karakterlerin sabit kaldığı sahne çok başarılı bence.