Oldukça güzel anlatılmış bir biyografi zengin bir adamın sporcular üzerinden prim yapmaya çalışması kendisini annesine kanıtlama çabası sporcuların yaşadığı sorunlar psikolojik etkilenmeler her şeyin güzel ama durağan bir senaryoyla harmanlandığı muazzam bir film. Herkes beğenmeyebilir.
bennett miller'ın erkeklik mefhumunu özellikle ''güç'' kavramı ekseninde ele aldığı çarpıcı, etkileyici film. filmler üzerine yazarken kimseye sataşmamayı kendine düstur edinmiş biri olarak şu filmle ilgili ''sıkıcı, hiç bir şey anlatmıyor'' diye eleştiri getiren insanları görünce daha da değerleniyor böyle filmler gözümde. neyse bu kısmı uzatmayacağım zira durumu boyhood başlığı altında yazmıştım.
''güç'' bu filmin her şeyi. teması, önermesi, mesajı, motifi. para ve güç, erkek ve güç, beden ve güç, iktidar ve güç, güç ve güç.
milyarder sanayici john du pont'un parayla satın alabileceği tüm etiketleri satın alan oldukça sıkıntılı bir tip. fiziksel ve haliyle varoluşsal eksende eksikliğini hissettiği ''erkeklik gücü'' kavramına, tam da erkeklik sınaması olarak görebileceğimiz güreş sporu ve sporun başarılı temsilcileri olan schultz kardeşler üzerinden sahip olma arzusu üzerinden gelişiyor hikayemiz.
hollywood sularında nispeten de olsa avrupa sinemasının izlerini süren yönetmen miller işin altından alnının akıyla çıkmış.
merkezdeki du pont ve abisinin gölgesinde erkeklik sınavını (aynı zamanda kendini var etme edimi) vermeye çalışan küçük kardeş mark arasındaki homoerotik çağrışımlarla kurulan iktidar, varolma ilişki ve bu ilişkinin neredeyse erkeklik mefhumumun tüm tamamlayıcılarıyla (fiziksel güç, maddi güç, ego ve iktidar) yayıldığı o ince ve kaygan çizgi oldukça başarılı ve etkileyeci bir şekilde çizilmiş.
oyunculukları yönetmenlik ve senaryo hollywood standartlarına göre birinci sınıf.
açıkçası amerikan izleyicisinin çok seveceği türden bir ''gerçek başarı'' öyküsü olmaması bile filmi değerli kılıyor nazarımda. nightcrawler'da belirttiğim gibi hollywood sistemi güzelleyen başarı öykülerini satmaya bayılır. ama bu film neredeyse hollywood sinemasının en çok nemalandığı o türü yerle bir ediyor kendi ölçeğinde.
hoş bizim seyircinin de hollywood seyircisinin putperistliğinden bir farkı yok. çünkü özellikle hollywood'dan gelen bu tür gerçek yaşam ya da başarı öykülerinin hepsinin rocky, job, akıl oyunları gibi işler olmasını istiyor seyirci. bol ajitasyon, bol sentimantal dram ve haliyle hesaplı bir kefaret.
neyse ki bennet bunların hiçbirine yüz vermemiş ve kendine has bir film çıkarmış ortaya. değerini bilen bilecek ama yıllar içinde daha da değerlenecek bu film ona eminim.
şu filmin konusu yok, bir şey anlatmıyor diyen insanları da haliyle hızlı ve öfkeli 7 gibi ''çok şey'' anlatan filmlere havale ediyorum herkeslerin huzurunda.
Schultz kardeşleri Channing Tatum ( Mark) ve Mark Ruffalo ( David ) canlandırıyor ki iyi ki de yapıyor. Yardımcı erkek oyuncu dalında her ne kadar ödüllerde Mark Ruffalo aday gösterilse de Tatum'un performası da oldukça başarılı. Güreş antreman sahnelerinde gerçek bir güreşçiden ayırmak neredeyse imkansız ikisini de. Filmin düşük temposunu, 1980ler'de geçtiğini malesef ki; hiç hissedemediğimiz atmosferini, başarılı oyunculukları sayesinde unutup gidiyorsunuz. Steve Carell'a en iyi oyuncu dalında; başta Oscar olmak, üzere pek çok adaylık getiren performansı ise gerçekten muazzam. Carell'dan hiç bu kadar nefret edebileceğim aklıma gelmemişti. Film ses teknikleri ve görsellik açısından bir şey önermiyor. Müzikleri filmin temasını veya atmosferini etkilemekte yetersiz kalmış. Temposu oldukça yavaş, Olay kurgusunda ve zaman geçişlerinde ciddi sıkıntılar var. Hiç hissettirmeden bir sahnede 1988 Seul Olimpiyatları sonrasından 90'ların ortalarına götürüyor sizi yönetmen. Biyografi türünde çekilmiş olmasına rağmen; yönetmenin belirli başlı gerçeklikleri gizlemesi, bazılarını söyleyememesi, ya da çeşitli imalarda bulunması yönetmenin hikaye tercihini yanlış yaptığını gösteriyor. Belki biraz Du Pont'lardan korkuyor, belki biraz hikayenin gerçek yüzünün " Gerçek Amerika" olgusuna yakışmayacağını düşünüyor, ve hikayeyi kendince tıraşlıyor. Hikayenin o kısmında Schultzların 84'te aldığı madalyaların altında yatan hileli ve yasak güreş oyunları yok mesela. Hıncal Uluç'un filmle ilgili yazısında bolca bahsediyor bu sahte kahraman yaratma işlerinden okumanızı tavsiye ederim. John ve Mark karakterlerinin aralarında eşcinsel bir ilişki olduğunu düşündüğü halde söyleyemiyor, alt metinlerde gizliden gizliye çırpınarak bir şeyler fısıldamaya çalışıyor, Mark gerçekte hiç saçını boyamadığı halde saçını boyuyor mesela." Sanki oralar da bir yerler de Korkmuş bir yönetmen yatıyor" diye içimden geçmiyor değil. Film aslında bir biyografi ve spor filminden çok dram özellikleri taşımakta. John, sadist bir mesafeyle ayırıyor hayat ile kendisini. Tüm eksikliklerini bildiği tek şeyi yaparak "satın alarak" elde etmeye çalışıyor ve kaybedenlerin dünyasında başarıyor da . Elde edemediklerinin acısını ise Du Pont'ların ilk sattıkları şey olan barut ile alıyor. Mark ve David akvaryumdaki balıkları, bu zengin şişman çocuğun. Canı sıkılınca farelerine yediriyor, özlediğinde sarılıp, kızdığında öldürüyor. John'un Lunapark'ında bir eğlence trenidir insanlar, bir trenden vazgeçtiğinde ötekine binebilecek tek kişi John'un ta kendisidir. Travma dolu bir yaşam diyemem, binlerce ölü işçinin kömür çıkaran bedenleri gelirken aklıma toprakta yatan." Gerçek Amerika" fikrinin kıymetsiz bir ergen palavrası olduğunu hissettirdi bana
''güç'' bu filmin her şeyi. teması, önermesi, mesajı, motifi. para ve güç, erkek ve güç, beden ve güç, iktidar ve güç, güç ve güç.
milyarder sanayici john du pont'un parayla satın alabileceği tüm etiketleri satın alan oldukça sıkıntılı bir tip. fiziksel ve haliyle varoluşsal eksende eksikliğini hissettiği ''erkeklik gücü'' kavramına, tam da erkeklik sınaması olarak görebileceğimiz güreş sporu ve sporun başarılı temsilcileri olan schultz kardeşler üzerinden sahip olma arzusu üzerinden gelişiyor hikayemiz.
hollywood sularında nispeten de olsa avrupa sinemasının izlerini süren yönetmen miller işin altından alnının akıyla çıkmış.
merkezdeki du pont ve abisinin gölgesinde erkeklik sınavını (aynı zamanda kendini var etme edimi) vermeye çalışan küçük kardeş mark arasındaki homoerotik çağrışımlarla kurulan iktidar, varolma ilişki ve bu ilişkinin neredeyse erkeklik mefhumumun tüm tamamlayıcılarıyla (fiziksel güç, maddi güç, ego ve iktidar) yayıldığı o ince ve kaygan çizgi oldukça başarılı ve etkileyeci bir şekilde çizilmiş.
oyunculukları yönetmenlik ve senaryo hollywood standartlarına göre birinci sınıf.
açıkçası amerikan izleyicisinin çok seveceği türden bir ''gerçek başarı'' öyküsü olmaması bile filmi değerli kılıyor nazarımda. nightcrawler'da belirttiğim gibi hollywood sistemi güzelleyen başarı öykülerini satmaya bayılır. ama bu film neredeyse hollywood sinemasının en çok nemalandığı o türü yerle bir ediyor kendi ölçeğinde.
hoş bizim seyircinin de hollywood seyircisinin putperistliğinden bir farkı yok. çünkü özellikle hollywood'dan gelen bu tür gerçek yaşam ya da başarı öykülerinin hepsinin rocky, job, akıl oyunları gibi işler olmasını istiyor seyirci. bol ajitasyon, bol sentimantal dram ve haliyle hesaplı bir kefaret.
neyse ki bennet bunların hiçbirine yüz vermemiş ve kendine has bir film çıkarmış ortaya. değerini bilen bilecek ama yıllar içinde daha da değerlenecek bu film ona eminim.
şu filmin konusu yok, bir şey anlatmıyor diyen insanları da haliyle hızlı ve öfkeli 7 gibi ''çok şey'' anlatan filmlere havale ediyorum herkeslerin huzurunda.
Film aslında bir biyografi ve spor filminden çok dram özellikleri taşımakta. John, sadist bir mesafeyle ayırıyor hayat ile kendisini. Tüm eksikliklerini bildiği tek şeyi yaparak "satın alarak" elde etmeye çalışıyor ve kaybedenlerin dünyasında başarıyor da . Elde edemediklerinin acısını ise Du Pont'ların ilk sattıkları şey olan barut ile alıyor. Mark ve David akvaryumdaki balıkları, bu zengin şişman çocuğun. Canı sıkılınca farelerine yediriyor, özlediğinde sarılıp, kızdığında öldürüyor. John'un Lunapark'ında bir eğlence trenidir insanlar, bir trenden vazgeçtiğinde ötekine binebilecek tek kişi John'un ta kendisidir. Travma dolu bir yaşam diyemem, binlerce ölü işçinin kömür çıkaran bedenleri gelirken aklıma toprakta yatan." Gerçek Amerika" fikrinin kıymetsiz bir ergen palavrası olduğunu hissettirdi bana