Zaman zaman sanatın rahatsız etmesi gerektiğine inanıyorum. Öyle filmlerden biri. Hatta o kadar öyle ki film kimyamı bozdu ve seyir boyunca midem bulandı. Filmi çocukluk arkadaşımla birlikte izledik. Onun deyimiyle tam bir depresyon filmi. Ona göre sembolik bir anlatımla hiç nesnel olmayan ve doğada asla yan yana gelmesi mümkün olmayan insanların dışavurumu. Yani fenotipleri inceleyince ortaya; köstebek için, savunmasız ya da kısa insanlar, tilki için kaba, zorba, arkadaş canlısı olmayan, 'nazik' olamayan insanlar, at için de bilge ve yaşam olarak diğer insanlardan daha önde olduğu için dışlanan insanlar. Onca şeyden sonra pozitif bir sona bağlanması arkadaşımı mutlu ederken bana göreyse hayatta daima yalnızlık hisseden bireylerin bu durumu kabullenişleri ile sonlandı film. Yani kötü bir dünyada optimist bir şekilde bitti. Bir köstebeğin yer altından çıkması 'kek' olarak ifade edilen görünür bir amacının olması ve kendi yaşam standartlarını terk etmesi, çocuğun onu anlaması ve kendi gibi olanlarla yolculuğa çıkarken aslında yalnızlıktan korkması ve sürekli küçük arkadaşı için endişelenmesi; hayatta yaşadığımız anlık endişeler, anksiyeteler gibi. Sevdiklerimizi kaybetme korkusu ile paralel. Tilkinin doğası gereği kendinden zayıf canlıları ezmesi gerekirken bir canlıya acımaması, merhamet göstermemesi gerektiğini düşünürken -güçsüzün güçlüye gösterdiği merhamet gene anlayıştan doğan bir merhametti ve tilkiye yolculuk boyunca kendini tuhaf hissettirdi. Eylemlerinden ve tercihlerinden utanan bir tilki ve yüksek ihtimal bu karakterdeki insanlar sebebiyle acı çekiyordu çocuk. Atı, diğer atlardan ayıran tek bir özellik yüzünden sürüsünden dışlanması, gene önceki anlamlarda çocuğun diğer insanlar arasında farklı hissetmesi ve ötekileştirilmesinden doğan bir depresifliğe itiyordu kuvvetle ihtimal. Buradaki bilgelik, toplum içinde 'her boku bilen kişi' , buradaki nasihatler 'yaşlılık, tecrübe, OK boomer' gibi kavramları, buradaki zayıfları sırtında taşıma 'iri olma, kaslı olma, yaş anlamında büyük olma, korumak zorunda olma' gibi farklılıkları ve buradaki kanatlar, 'diğer insanlardan daha tecrübeli, daha yüksekte, daha olgun ve daha önde' olmak gibi anlamları yansıtıyor. Güçsüz olan daima birilerinin ardına saklanarak yaşar, tehlikeli olan daima korku saçar, iri ve farklı olan daima ucube gibi hisseder. Çocuk ise insanların arasında yaşarken aslında çok daha fazla çeşit hayvan tanımıştı. Ve onun içinde yaşadığı kışı bitirmek için orman kanunlarını inkar etmeyi bırakması gerekiyordu. Yolculuk boyunca yaşanan her sahne, yaşamda yaşadığımız ve onlara rağmen devam ettiğimiz anlardı. Atın sırtından düşmek, yaşamdaki düşüşler (motivasyon, sağlık sorunları, kariyer, iflas gibi şeylere yorulabilir), Yağan yağmur (yaşarken karşımıza çıkan ve aşılması imkansız görünen büyük çaplı engeller; burada bir okulu kazanamamaktan bahsetmiyoruz. Daha çok bir ölümle yaşamak gibi, yas tutmak gibi, sevdiğimiz bir kişinin ölümüyle devam etmek gibi) Şimdi gelelim finale. Arkadaşıma göre çocuk köyüne gitmeye karar verdiğinde eski sorunlara dönmek istemedi ve kendi gibi olan tutunabileceği, sahip olduğu şeylerle yaşamanın değerini anladı. Bana göreyse içindeki endişenin, korkunun hiçbir zaman bitmeyeceğini kabullendi ve kendini içlerinde en farklı hissedebileceği ve başardığı imkansızlıklarla dolu arkadaşlarının yanında kalmayı tercih etti. Çünkü film karakterlerinden tamamen uzaklaşırsak seyirci olarak baktığımızda eğer çocuk köyüne dönmüş olsaydı arkada kalanlar için üzülecektik. Üstelik sonrasını bilmediğimiz için tahminlerimizde hep bunlar olacaktı: sonsuza kadar yalnız kaldı, arkadaşlarını hep özledi, sürekli zorbaların onu itip kakmasına maruz kaldı, tekrar ormana kaçacak cesareti hiçbir zaman bulamadı, gibi karamsar düşüncelere kapılacaktık. Filmin buradaki başarısı, izleyicide çok fazla fikir üretmesi. Bir çocuğun ruhunu da izliyor olabiliriz. Karda donarak ölmüş bir çocuğun arafta kalmasını da. Hastalıktan ölmek üzere olan bir çocuğun arkadaşlarını ya da savunmasız kardeşini terk etmek istemeyişini(ki bu çocuk yetim ve kardeşini koruyabilecek, ona aile sevgisini verebilecek tek insan da olabilir) ya da anne ve babası yeni ölmüş ama yaşamak zorunda olan bir çocuğun cenazeye gitmemesi, köyün geleneklerini çiğnemesi ve ormana kaçmasını. Olayların öncesi ve sonrası olmadığı için film çok başarılı. Sadece kısa bir süreci ifade ediyor. Tıpkı yaşarken hiç yaşamak istemediğimiz ama aşmamız, yüzleşmemiz gereken bir olayla karşılaştıktan sonra yalnız kalakaldığımız bir süreç gibi. Kabakçığın Yaşamı'ndan sonra beni bu kadar rahatsız eden bir filmle karşılaşmamıştım. Hayatın en acı gerçeği ile sizi vuran bir film. Yetişkinler bu sorunlarla yüzleşebilir, belki hiç önemsemeyiz onların sorunlarını ama aynı acılar, çocuklar tarafından yaşanınca... Her insana hitap eden, kitlelere seslenen bir film. Bir mitolojik figüre, bir uzaylıya ya da kitaptaki bir karaktere bile izletsen şıp diye anlar ve kalplerinde bir yere mutlaka dokunur. Çünkü çocukken her çocuk, köstebek de tilki de at da olmuştur. 'Atta' ya da 'Tay Tay' Son sahnede her insan seçimini kendi içinde yapacaktır.
Bazı eserler size uzun zaman kullanmadığınız ya da bir yerlerde duymadığınız kelimeleri hatırlatıyor. Dizinin her sahnesinde aynı ifadeyi kullandım. ''takdire şayan'' Underground Railroad, Afro-Amerikan kölelerin İç Savaş öncesinde kaçmak için kullandıkları gizli yollar ve güvenli evler ağı olan gizli bir örgüttür. Bilindiği kadarıyla bu ağ, Güney ve Kuzey arasındaki demiryolu duraklarıyla değil yeraltındaki gizli geçitlerle var olmuştur. Kitapta ve uyarlamada, spekülatif bir şekilde gerçekten yerin altında bir demiryolu var gibi ele alınıyor ve aslında kaçmak amacıyla yola çıkan hiçbir kişinin güvende olamayacağını sürekli 'Manifest Destiny' , 'Bağımsızlık Bildirgesi' , 'Batıya Yayılma' gibi kavramlarla pekiştiriyor. Cora doğup büyüdüğü plantasyondan kaçarken, Arnold da kendi yaşamından kaçıyor ve hayat onları farklı sebeplerle de olsa aynı eylemi gerçekleştirmek için içinde istenç belirterek -aynı rotada buluşturuyor. Ailesini siyahlardan kurmuş bir beyaz yerleşimcinin oğlu ile ailesi doğal olarak siyahlardan oluşan bir siyah köle kadın 'aile' aidiyetinden kaçıyor; Bunu şu şekilde ele aldım. Beyaz ile siyah renk arasında elli farklı gri tonu var. Beyaz olan masumiyet, samimiyet iken, siyah olan mahrumiyet, mahkumiyet olsun. İnsan dünyaya geldiğinde herhangi bir kavrama tutunur, bağlanır ve bu onun aidiyeti olur. Çocukken herkes masumdur, samimidir. Ama bir aidiyet, bilinçli de olsa zamanla kendi kendine de bitse daima bir mahrumiyet yaratır. Ve bu mahrumiyetin içinde mahkum hissedersin. Yani kısacası 'aidiyet' bittiğinde 'siyah' a dönersin. Eserdeki karakterlerin hepsi özgürlük umuduyla beyazda kalmak için çabalıyor. Dünyanın adil, güzel, özgür ve samimi bir yer olduğuna inanıyorlar. Randall'lar için kendi ırkının yüceliği, Ridgeway için çoğunluğun inanışlarının sarsılmazlığı, Martin ve Ethel için bağnaz inanışları, Ellis, Mingo, John Valentine ve ailesi gibi kendi özgürlüklerini satın almanın verdiği gurur, Cora ve annesi Mabel için aile, Homer için baba yerine koyduğu patronu, Caesar için özgürlüğü elde etmek, bir gün evlenmek ve yuva kurup mutlu yaşayabileceği hayali ile yaşama tutunmak, Jasper için konuşmayarak samimi olmadığını düşündüğü insanlardan uzak durabileceğini ve deli taklidi yaparak huzurlu yaşayabileceğine inanmak, Roy, Red, Samson ve diğerleri için tüm siyahları bir gün kurtararak onurlu yaşayabileceklerine inanmak, Rumsey Brooks, Jockey, Öğretmen kadın, Proud gibi karakterler için mesleğin ya da görevin verdiği gururun gerçekliği ve Fanny için yaşamdan uzak durarak zarar görmeyeceğine inanmak. Bunların hepsi bir aidiyet. İnsan bunlara inanırken beyazın içindedir. Her şey çok samimi çok masumdur. Ama kaybettiğin an yaşadığın şok ve psikolojik sarsılma ile siyaha dönersin. Ve hayatta kalabilme için palette gri tonlarında kendine bir yer bulursun. Ama en büyük gerçek gri tonların her biri biraz siyah ve biraz da beyaz barındırır. Martin kendini inançlı biri olarak görüyordu. Amazing Grace'e inanıyordu. Fanny'e Grace adını takmasının sebebi buydu. Yani 'merhamet'. Ancak merhametini gösterebilme şekli yapması mümkün olan tek şekille mümkündü. Onu saklamak, göstermemek. Grace'in kaldığı tavan arasındaki gizli bölme, Martin'in içindeki en dip kısımdır. Irkçılığın bu kadar net olduğu bir dönemde siyahlara gösterebildiği merhamet, kimilerince onun içindeki zayıflık olarak görüneceği ve suç teşkil edeceği için onu saklamak zorundaydı. Kendine merhametli davranılmayan bir temizlikçi olan İrlandalı kadın, merhametin yok olduğuna inanmaya başladığında onu yok etmek isteyerek evi ateşe veriyor. Ve neticede tüm köy yanıyor. Bir anlamda tanrı insanlara merhamet göstermiyor anlamına geliyor. Roy'un uzun adı Royal'ın verdiği fikirlerindeki asalet, Caesar'ın arkadaşı tarafından bıçaklanması, Jasper'ın hayalete dönmesi, Öğretmenin çocuklara kelimelerin anlamlarını öğretemiyor oluşu, Mingo ve Valentine'ın kandan, şiddetten uzak bir yaşam isterken, katilleri suçluları dışlayan kibirlerinin sarsılması ve akabinde tüm ailesinin cinayet işlemek zorunda kalması, Ridgeway'in babasından uzaklaşmayı isterken, insanlığından kaçmak istememesi ama babasının da insan olduğunu bir tülü kabullenmemesi onun karşısına Homer'ın yüce ruh saplantısı olarak çıkmasına neden olması, Cora'nın annesini anlamadan, bilmeden yargılayarak kendi kendine bir şeylerin yeşermesine izin vermemesi, yaraları sarmak istememesi, cebinde taşıdığı tohumları ekmemesi, Moses adı koyulan bir adamın değil bir halkı daha başta kendi karısını koruyamamış oluşu bu eseri etkileyici yapan pek çok detay. Ama kimsenin bilmediği şey Grace'in yani merhametin alevlerin arasından kaçıp gittiği. Ridgeway küçük bir çocukken kendinden küçük olan özgür siyahi çocuk Mack'in kuyuya düşmesine neden oluyor ve bu hareketiyle babasının gözünden düşüyor. Bu noktada söylemeden geçmek istemiyorum; Peter Mullan'ın da, Joel Edgerton'un da, Thuso Mbedu'nun da ve diğer herkesin de oyunculuğuna hayran kalmamak elde değil. Çok katmanlı ve derinlikli karakterlerle karşılıyor sizi dizi. Empatiye çok açık bir yanı olsa da asla yaşamadan anlayamayacağımız hisleri çok net aktarıyor izleyiciye. Kuyuya düşen çocuk Mack büyüdüğünde evin sahibi yani Arnold'un babasına olan sadakat bilincinin yerini intikam arzusu alıyor ve Arnold'u öldürmeyi göze alabiliyor. Yani eser açıkça şunu söylüyor. Her aidiyet bir gün biter. Asla bitmez dediğimiz, bizi yaşama bağlayan şey ne olursa olsun(intikam, nefret, aşk, özgürlük) ölümle aramızdaki duvarların harcı sadece inançla örülmemelidir. Bu noktada ne kadar masum olmaya çalışsak da, samimi olduğunu düşündüğümüz kağıttan olgular, yapılar, kavramlar, doktrinler bir üflemeyle yok olabilecek şeylerdir ve siyah olana daha yakınızdır. Aidiyet bittiği andan itibaren mahrumiyet başlar. Başta aidiyetten mahrumuzdur, yeni bir aidiyete mahkumuzdur, mecburuzdur, muhtacızdır. Polly ve Moses'ın hikayesi ile yazıyı bitirmek istiyorum. Polly kendi çocuğunu doğumda kaybediyor ve dolayısıyla 9 ay süren bir aidiyet sonrası mahrumiyet yaşıyor. Anne olmaya hazırlanırken kendini yas tutarken buluyor. Başkasının çocuklarını emzirmeye başladığında yeni çocuklarla ve kocası Moses ile bir aidiyet kuruyor. Bir süre isteyerek aile olmanın zevkini yaşıyorlar. Mabel, Polly'e onlar senin çocukların değil, o çocukları satacaklar dediğinde Polly aidiyetinin yok olacağını daha aidiyet yok olmadan önce yaşıyor. Ve başkasının kendi aidiyetini yok etmesini beklemek yerine, kendi eylemini kendi gerçekleştiriyor. Önce bebekleri öldürüyor. Aidiyetini kendi sonlandıran insan kısa süre de olsa bir şeyi başarmak, birilerini yenmek, bir şeyi bitirmek duygusu ile mutluluk yaşıyor. Ancak sonradan tahmin etmediği bir aidiyet kendi kendine gelişiyor. Katillik, canilik, beyaz insanla aynılık. Katillik aidiyetine ait olmayı reddeden Polly kendini yaşamını sonlandırarak bir paradoksu bitiriyor. Ancak daha sonra onu tanıyan Mabel'da en yakın arkadaşını yeni kaybetmiş olmak aidiyetine ve kocası Moses üzerinde, karısını kaybeden koca ve suçluluk aidiyetine sebebiyet veriyor. Moses gözden kaçırmanın cezasını kırbaçla ve asla aile olamayacağı gerçeği ile yüzleşerek çekiyor; sadece köle olduğunu kabullenerek güneşin altında bir gün daha geçirirken Mabel ise bir yılan tarafından zehirleniyor. Aslında buradaki zehir de başka bir metafor tabi. İnsan daima bir aidiyeti kendi yaratmaz, başkalarının seçimleri ve eylemleri, insanın hayatının nereye gideceğini belirleyen büyük bir etken. Jasper da Ridgeway'i bu şekilde manipüle etmişti; 'o yaptığın her şeyi görür' derken tanrıyı kastediyor olsa da Arnold için tanrı, babadan başlıyordu. Onun kutsalı babasıydı. E peki madem herkesin hayatı birbiri ile bağlantılı, neden kadere inanıp duruyoruz? Neden kaderleri kölelikti? 'Merhamet'i salıvermeyip de kendi içinde tutan ve daha sonra elinden kaçıran insan yüzünden mi? Dünya çok kötü, adalet yok. Ve adaletin gerçekleşmesi için beklenen 'exodus'lar sadece birer mit. Müthiş kurgu, kusursuz anlatım. Biraz araştırdım 2.Sezon için 10 Mayıs 2024 tarihi verilmiş.
Tüm disiplinleri araç olarak kullanarak üç farklı hikaye etrafında dönen bir dergi ofisine bağlanmasını bekliyorsunuz. Ancak sonucun etkileyici bir yanı yok. Fazla tepeden bakan üst sanatla seyirciyi zehirlemeye çalışan bir film. Öndeki hikayeyi izlerken, arka planı kaçırabiliyorsunuz. Ya da tam tersi. Fotoğraf, Resim, Sinema dilleri; kısacası sinematografi oldukça etkileyici ama film genel olarak fazla zorlama duruyor. Sanki Fransız aydınları için özel olarak tasarlanmış gibi. Past - Future ile ikiye bölünen kadrajda bir tek kasaplar renkli, yandaki metro renksiz görünüyordu. Filmin savunusunu yansıtan bir sahneydi. Baskı, sansür siyah beyaz ele alınırken mücadele, dayanışma, devrim gibi olgular daha renkli yansıtılmıştı ama bir tek Kasaplık böyle yansıtılmamıştı. Kasap vahşet, kan ve kurban eden olarak görülüyordu. Filmin pek çok noktasına hizmet ediyordu. Pek çok şey de gereksizdi. Filmin sonundaki tablolar bile filmi anlatmaya yetiyorken bu dil sanat yapmak için değil, ödül almak için kullanılan bir dildi. İlk hikaye Camus gibi adamları topluma kazandırma, ikinci hikaye Jacques Sauvageot gibi başı çeken narsist/nihilist öğrenci hareketlerini Jean-Luc Godard'ın bakıç açısıyla ele almıştı. Son hikaye ise Rustik stille bezenmiş bir polisiye burjuva dramıydı. Bunu çizgi roman diliyle süsleyerek olayın basitliği, dergilerin abarttığı hikayelerin nasıl süslendiği eleştirisi verilmişti. Semboller, metaforlar bariz belliydi ama vurucu bir önermesi olduğunu düşünmüyorum. Bu da filmin dikkat çekmek istediği şeyleri ve yerleri ziyadesiyle ıskalamasına neden olmuş diye düşünüyorum. Bir şeyi başarmak için çoğu şeyi göz ardı etmiş Wes Anderson. Godard'ı ilham almaya çalışırken Gözard olmuş.
Bugün Aslında Dündü'nün günümüz uyarlaması. Biraz da durumu abartarak daha komik hale getirmişler. Freud bunu beğendi.