Discover
SEASPIRACY BELGESELİNİ İZLEMEK NİÇİN ÖNEMLİ?
Öncelikle yazıma niçin bir ön kabulle başladığımı izah etmeye çalışayım; önemli bir şeye işaret etmek, sevgili arkadaşlar, birçok noktada politik bir eylemdir çünkü önemli bir şeye işaret ediyorken kişi, aynı zamanda önemsiz olanı da vurguluyor demektir. Yani bir eyleme, sorunsala, kavrama, sebebe, sonuca, argümana ve aklınıza gelebilecek şeylerin bütününe ‘’Bu şey önemlidir.’’ vurgusu yapıyor olmak önemsiz ile mühim olanın arasına çekilen çizgi mevcut zaman dilimi ve mekan sınırları içerisinde var olmaya çalışan belki de mevcut varlığını konsolide etmeye uğraşan bir üst aklın varlığına da işaret eder. Nitekim, belgeselin odak noktasını oluşturan ekolojik yıkımın gözler önüne serilmesi düşüncesine eğilmeye çalışan ve nedense samimiyetinden şüphe duyamadığım genç anlatıcının çıktığı araştırma yolculuklarında adım adım gördüğü her bir ‘’realite’’ yolculuktan önce içinde bulunduğu konfor alanlarının ne denli üst akıllarca oluşturulduğunun farkına varabilmesine yarıyor. Çok uluslu şirketler, devletler, STK’lar ve elbette reklam endüstrisince inşa edilen bu gerçeklik belgeselde dakika dakika yapım söküme uğratılıyor. Son zamanlardaki (Attenborough belgeseli de dahil) en başarılı belgesellerden biri olduğunu düşündüğüm Seaspiracy’nin başarısı da bu yapım söküm sürecinden kaynaklanıyor, öyle ki, anlatıcı bir okyanus sever olarak, saptadığı sorunların peşine düştükçe aslolan ile yaratılan gerçekliğin arasındaki sınır eriyor ve izleyici de bir harekete geçme düşüncesi uyandırıyor. Benim başarılı belgesel tanımım tam olarak bu: bu belgeseli izledikten sonra neler öğreneceğim, farkındalığım ne ölçüde genişleyecek ve hayatımda neleri değiştirmeye çalışacağım? Bu tip soruların en az birisine cevap verebiliyorsam iyi bir belgesel izlemişim demektir, bu belgesel ise yıllardır vegan biri olarak (bunu niçin belirttiğimi az sonra anlayacaksınız) beni bile şok etti, kedime yaş mama alırken içindekiler kısmında başka alternatifim olmadığı için balık seçeneğine yönelen ben ne denli amansız bir bilinçsizlik ve ahmaklık yaptığımı fark ettim, yazıyı okuyan ve tam burada kısık ve yargılayıcı gözlerle içi bilimsel argümanlardan -neredeyse- tamamiyle boş ve kendini rahatlatmaya yönelik arkadaşlar sadece şu kısım size: ‘’kedinin yediği etten de duyar kasma be kardeş’’ diyerek kendinizi aldatmayın ve güvenli mağaralarınıza geri dönmeyin: Bahsetmek istediğim şey de tam olarak bu, ENDÜSTRİNİN HERHANGİ BİR KOLU BİR DİĞERİNDEN DAHA MASUM, DAHA TEMİZ, DAHA ETİK VE BELKİ DE EN ÖNEMLİSİ DAHA ‘’YARARLI’’ DEĞİL. Hayatımı liberal aldanmışlıklara karşı savaşmaya adamaya karar veren biri olarak diyebilirim ki, bazen hepimiz, her birimiz arkasındaki medya gücünü, algı inşasını sorgulamadan ve en üzücüsü de sorgulamak istemeden hayatlarımıza devam ettiğimizi düşünüyoruz. Peki bu hayatın bedeli gene aynı şekilde, bir sinir sistemine sahip olan, aynı acıları çeken fakat bizimle aynı abeceyi-alfabeyi konuşmadığı için bizim gibi ifade edemeyen bir canlının hayatına, yaşadığı evine, ve aynı zamanda bizim de evimiz olan doğaya geri dönüşü olmayan zararlar veriyorsa, yok ediyorsa ve aslında bunların hiçbiri olmadan da hayatlarımıza devam edebilme alternatiflerimiz varsa? Bu soru ne kadar radikal ve marjinal hatta spekülatif geliyor değil mi çoğumuza? İnsan merkezli düşüncelerimiz, sınırsız tüketim hırsımız, kendi varlığına yabancılaşmış bilinçlerimiz... peki bu süreçten ‘’en kârlı’’ çıkan kim? Kâr odaklı insancıklara bu sorular genelde daha ‘’normal’’ görünür ve kâr-zarar tablosunu ‘’kendinin lehine çevirmeye çalışan’’ bu bireycikler, bu insancıklar bir kavram inşa ederler: SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK! Bir de bu kavramın arkasına uzun sürmüş fakat yorucu olmayan keyifli bir mastürbasyonun rahatlığıyla eklerler: doğaya zarar vermeyelim ama tüketim kaynaklarımızı -her şey en nihayetinde ‘’besin zinciri’’ için enn bilinçli, enn hak eden, enn üstün varlık olan ‘’insan’’ için yaratıldığından- uzun dönemler devam edebilecek, bir anda tüm kaynakları yok etmeyecek ‘’yeni nesillerin’’ ihtiyaçlarını da göz önünde tutacağımız şekilde biçimlendirelim, ve evet, bunun adı sömürü düzeneğini anımsatmayan daha mm evet liberal daha mm evet özgürlükçü bir şeyler koksun buna da biz, sürdürülebilirlik diyelim. İşte belgeselde en çok korktuğum -Netflix yapımı olmasından mütevellit- noktada anlatıcı, müthiş bir gerçekçilikle tüm liberal kurumların (STK’lardan tutunda AB’nin ilgili organlarına) kapısını çalarak gene müthiş can alıcı ve nokta atışı sorularla esasında sürdürülebilirlik diye bir şeyin olmadığını, bunun bir aldanış olduğunu ve farkındalık sahibi bireylerin bilinçlerini uykuda tutmaya devam edecek bir vicdan mastürbasyonundan başka bir şey olmadığını, üstelik, bunların hepsiyken bir de çok kolay olduğunu kendisi öğreniyorken bizlere de sunuyor. Ve burada yazıyı okurken vaktinizi almaktan çok belgeseli izlemenizi şiddetle tavsiye ettiğim için son bir anekdot ile yazımı sonlandırmak istiyorum: Bu kısım spoiler içermektedir.
Belgeselin son sahnesi bir balina avcısıyla yapılan mülakattan oluşuyor, isteyen arkadaşlarla üzerine tartışmayı çok isterim. Ve, Moby Dick’le büyüyen, Bambi ile büyüyen gözleri yaşlı nesil tahmin edeektir, ‘’bir balina avcısı’’ diyorsun, ‘’bu belgeselde ne işi var?’’ ve balina avcısı, o tonlarca ağırlıktaki, yenilmez görünen bedeni ardındaki kırılganlığıyla balinayı avlayan o avcı, yaşamamız için olmazsa olmazımız okyanusların en kadim koruyucularından biri olan balinanın avcısı çıkıp şunu söyleyebiliyor:
‘’Benim için bir tavukla bir balinanın hiçbir farkı yok, ikisi de bir can taşıyor, eğer et yiyeceksek, sadece bir canı öldürerek kilosu itibariyle daha çok insana yetecek bir canlıyı öldürmeyi tercih ederim, bir akşam yemeğinde üç somon öldürmektense, bir balina öldürmeyi tercih ederim. Bana karşı çıkan ve et yemeyen insanları anlıyorum, sadece onlar yaptığım şeyi eleştirebilir, yaşamaya devam etmek için herhangi bir şeyi öldürmek zorunda değilsin diyenler olacaktır, onları anlıyorum. Ama bizim yaşamak için yaptığımız şey bu.’’
Şimdi lütfen bir düşünün, bir tavukla bir balinanın arasında gerçekten bir fark var mı? Orman kuralcıları ve ekolojik rekabetin (bu da ne demekse süper-marketumus türü için!) yüksek kaleleri hayatlarında bir tavuğun kafasını kesmeyen fakat et yemekten başa çıkış yolu olmadığını düşünen insanlara seslenmiyorum. Arkadaşım, sana sesleniyorum. Dünyaya verdiğimiz zarara dön bir bak, yemek seçimlerimizin ne kadar politik olduğuna bu seçimler grubunun başka bir alternatif yokmuş gibi sunduğu piyasanın, endüstrinin, şirketler ağının ve çıkar gruplarının altında ezilen canlılara dön ve bir bak, bunu ne için yapıyoruz diye bir düşün, en yakınındaki ve senin türünden olmayan bir canlıyı seç, ve gözlemle, araştır, oku, öğren... yaşama güdüsüyle nasıl davrandığına, ne denli korktuğuna, ne denli hissedebildiğine odaklan.
Ve buna değer mi diye bir düşün.
En az bizim kadar onların da evi olan doğayı gelip de anadan üryan, ihtiyacımız olmayan ıvır zıvırlarla onu olabildiğince acılı bir şekilde ve onunla beraber kendisini de ölüme terk eden ‘’insanlık’’ oturup hep beraber düşünelim.
Buna değer mi?
Öncelikle yazıma niçin bir ön kabulle başladığımı izah etmeye çalışayım; önemli bir şeye işaret etmek, sevgili arkadaşlar, birçok noktada politik bir eylemdir çünkü önemli bir şeye işaret ediyorken kişi, aynı zamanda önemsiz olanı da vurguluyor demektir. Yani bir eyleme, sorunsala, kavrama, sebebe, sonuca, argümana ve aklınıza gelebilecek şeylerin bütününe ‘’Bu şey önemlidir.’’ vurgusu yapıyor olmak önemsiz ile mühim olanın arasına çekilen çizgi mevcut zaman dilimi ve mekan sınırları içerisinde var olmaya çalışan belki de mevcut varlığını konsolide etmeye uğraşan bir üst aklın varlığına da işaret eder. Nitekim, belgeselin odak noktasını oluşturan ekolojik yıkımın gözler önüne serilmesi düşüncesine eğilmeye çalışan ve nedense samimiyetinden şüphe duyamadığım genç anlatıcının çıktığı araştırma yolculuklarında adım adım gördüğü her bir ‘’realite’’ yolculuktan önce içinde bulunduğu konfor alanlarının ne denli üst akıllarca oluşturulduğunun farkına varabilmesine yarıyor. Çok uluslu şirketler, devletler, STK’lar ve elbette reklam endüstrisince inşa edilen bu gerçeklik belgeselde dakika dakika yapım söküme uğratılıyor. Son zamanlardaki (Attenborough belgeseli de dahil) en başarılı belgesellerden biri olduğunu düşündüğüm Seaspiracy’nin başarısı da bu yapım söküm sürecinden kaynaklanıyor, öyle ki, anlatıcı bir okyanus sever olarak, saptadığı sorunların peşine düştükçe aslolan ile yaratılan gerçekliğin arasındaki sınır eriyor ve izleyici de bir harekete geçme düşüncesi uyandırıyor. Benim başarılı belgesel tanımım tam olarak bu: bu belgeseli izledikten sonra neler öğreneceğim, farkındalığım ne ölçüde genişleyecek ve hayatımda neleri değiştirmeye çalışacağım? Bu tip soruların en az birisine cevap verebiliyorsam iyi bir belgesel izlemişim demektir, bu belgesel ise yıllardır vegan biri olarak (bunu niçin belirttiğimi az sonra anlayacaksınız) beni bile şok etti, kedime yaş mama alırken içindekiler kısmında başka alternatifim olmadığı için balık seçeneğine yönelen ben ne denli amansız bir bilinçsizlik ve ahmaklık yaptığımı fark ettim, yazıyı okuyan ve tam burada kısık ve yargılayıcı gözlerle içi bilimsel argümanlardan -neredeyse- tamamiyle boş ve kendini rahatlatmaya yönelik arkadaşlar sadece şu kısım size: ‘’kedinin yediği etten de duyar kasma be kardeş’’ diyerek kendinizi aldatmayın ve güvenli mağaralarınıza geri dönmeyin: Bahsetmek istediğim şey de tam olarak bu, ENDÜSTRİNİN HERHANGİ BİR KOLU BİR DİĞERİNDEN DAHA MASUM, DAHA TEMİZ, DAHA ETİK VE BELKİ DE EN ÖNEMLİSİ DAHA ‘’YARARLI’’ DEĞİL. Hayatımı liberal aldanmışlıklara karşı savaşmaya adamaya karar veren biri olarak diyebilirim ki, bazen hepimiz, her birimiz arkasındaki medya gücünü, algı inşasını sorgulamadan ve en üzücüsü de sorgulamak istemeden hayatlarımıza devam ettiğimizi düşünüyoruz. Peki bu hayatın bedeli gene aynı şekilde, bir sinir sistemine sahip olan, aynı acıları çeken fakat bizimle aynı abeceyi-alfabeyi konuşmadığı için bizim gibi ifade edemeyen bir canlının hayatına, yaşadığı evine, ve aynı zamanda bizim de evimiz olan doğaya geri dönüşü olmayan zararlar veriyorsa, yok ediyorsa ve aslında bunların hiçbiri olmadan da hayatlarımıza devam edebilme alternatiflerimiz varsa? Bu soru ne kadar radikal ve marjinal hatta spekülatif geliyor değil mi çoğumuza? İnsan merkezli düşüncelerimiz, sınırsız tüketim hırsımız, kendi varlığına yabancılaşmış bilinçlerimiz... peki bu süreçten ‘’en kârlı’’ çıkan kim? Kâr odaklı insancıklara bu sorular genelde daha ‘’normal’’ görünür ve kâr-zarar tablosunu ‘’kendinin lehine çevirmeye çalışan’’ bu bireycikler, bu insancıklar bir kavram inşa ederler: SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK! Bir de bu kavramın arkasına uzun sürmüş fakat yorucu olmayan keyifli bir mastürbasyonun rahatlığıyla eklerler: doğaya zarar vermeyelim ama tüketim kaynaklarımızı -her şey en nihayetinde ‘’besin zinciri’’ için enn bilinçli, enn hak eden, enn üstün varlık olan ‘’insan’’ için yaratıldığından- uzun dönemler devam edebilecek, bir anda tüm kaynakları yok etmeyecek ‘’yeni nesillerin’’ ihtiyaçlarını da göz önünde tutacağımız şekilde biçimlendirelim, ve evet, bunun adı sömürü düzeneğini anımsatmayan daha mm evet liberal daha mm evet özgürlükçü bir şeyler koksun buna da biz, sürdürülebilirlik diyelim. İşte belgeselde en çok korktuğum -Netflix yapımı olmasından mütevellit- noktada anlatıcı, müthiş bir gerçekçilikle tüm liberal kurumların (STK’lardan tutunda AB’nin ilgili organlarına) kapısını çalarak gene müthiş can alıcı ve nokta atışı sorularla esasında sürdürülebilirlik diye bir şeyin olmadığını, bunun bir aldanış olduğunu ve farkındalık sahibi bireylerin bilinçlerini uykuda tutmaya devam edecek bir vicdan mastürbasyonundan başka bir şey olmadığını, üstelik, bunların hepsiyken bir de çok kolay olduğunu kendisi öğreniyorken bizlere de sunuyor. Ve burada yazıyı okurken vaktinizi almaktan çok belgeseli izlemenizi şiddetle tavsiye ettiğim için son bir anekdot ile yazımı sonlandırmak istiyorum: Bu kısım spoiler içermektedir.
Belgeselin son sahnesi bir balina avcısıyla yapılan mülakattan oluşuyor, isteyen arkadaşlarla üzerine tartışmayı çok isterim. Ve, Moby Dick’le büyüyen, Bambi ile büyüyen gözleri yaşlı nesil tahmin edeektir, ‘’bir balina avcısı’’ diyorsun, ‘’bu belgeselde ne işi var?’’ ve balina avcısı, o tonlarca ağırlıktaki, yenilmez görünen bedeni ardındaki kırılganlığıyla balinayı avlayan o avcı, yaşamamız için olmazsa olmazımız okyanusların en kadim koruyucularından biri olan balinanın avcısı çıkıp şunu söyleyebiliyor:
‘’Benim için bir tavukla bir balinanın hiçbir farkı yok, ikisi de bir can taşıyor, eğer et yiyeceksek, sadece bir canı öldürerek kilosu itibariyle daha çok insana yetecek bir canlıyı öldürmeyi tercih ederim, bir akşam yemeğinde üç somon öldürmektense, bir balina öldürmeyi tercih ederim. Bana karşı çıkan ve et yemeyen insanları anlıyorum, sadece onlar yaptığım şeyi eleştirebilir, yaşamaya devam etmek için herhangi bir şeyi öldürmek zorunda değilsin diyenler olacaktır, onları anlıyorum. Ama bizim yaşamak için yaptığımız şey bu.’’
Şimdi lütfen bir düşünün, bir tavukla bir balinanın arasında gerçekten bir fark var mı? Orman kuralcıları ve ekolojik rekabetin (bu da ne demekse süper-marketumus türü için!) yüksek kaleleri hayatlarında bir tavuğun kafasını kesmeyen fakat et yemekten başa çıkış yolu olmadığını düşünen insanlara seslenmiyorum. Arkadaşım, sana sesleniyorum. Dünyaya verdiğimiz zarara dön bir bak, yemek seçimlerimizin ne kadar politik olduğuna bu seçimler grubunun başka bir alternatif yokmuş gibi sunduğu piyasanın, endüstrinin, şirketler ağının ve çıkar gruplarının altında ezilen canlılara dön ve bir bak, bunu ne için yapıyoruz diye bir düşün, en yakınındaki ve senin türünden olmayan bir canlıyı seç, ve gözlemle, araştır, oku, öğren... yaşama güdüsüyle nasıl davrandığına, ne denli korktuğuna, ne denli hissedebildiğine odaklan.
Ve buna değer mi diye bir düşün.
En az bizim kadar onların da evi olan doğayı gelip de anadan üryan, ihtiyacımız olmayan ıvır zıvırlarla onu olabildiğince acılı bir şekilde ve onunla beraber kendisini de ölüme terk eden ‘’insanlık’’ oturup hep beraber düşünelim.
Buna değer mi?

franzbiberkopf Her izleyici bir korkak ya da haindir.

kallehari Al bakalım franzbiber bey https://mobile.twitter.com/Philoartee/status/599914345372356608/photo/1

franzbiberkopf "kültürel bir çölde yaşıyoruz, böylelikle herşey satılabilir hale gelmiş durumda çünkü çölde herşey mucize etkisi yaratır..."

eskon Çok güzel olmuş.
Harika bir derleme. James Cameron inanılmaz çılgın bir adammış gerçekten.Yapım şirketlerinin öngörüsüzlüğü çok ilginç.Cameron bu kadar ısrarlı olmasa bugün bu harika filmi izlemiş olmayacaktık. Bazı "Üst düzey " sinefillerin filmin popüleritesinden ve" popüler olan kötüdür" zihniyetinden dolayı filmi aşağılamasını(eleştiri değil) önemsemiyorum ben.Bu filmi izlerken keyif almayacak kimse olduğuna da inanmıyorum.Cast seçiminde bir tek kişiyi bile değiştirmezdim,Ama adaylara bakın ve reddeden adaylara bir bakın! Özellikle Kate canım Kate senin yerine kimse olamazdı Rose un yerinde .Bir de Jack in neden Rose un tahtasına çıkmadığı soruyu cevaplamış Cameron, ki ben de sormuştum bunu..:)

Rainbow Kesinlikle sana yürekten katılıyorum. Kate'in oradaki kızıl saçları, Leonardo'nun gözünün önüne düşen bir tutam sarı saçları her bir detayıyla muhteşem. Cameron' un dört dörtlük işlerinden birisi.

umrant Kesinlikle o bir tutam saç bile cok önemliydi ,ikisi de biçilmiş kaftandı rolleri için:)
J. R. R. Tolkien'in dil yaratmaya nasıl başladığı üzerine 1968 yılından bir röportajı. https://t.co/lVSRurHjfo
— Wannart (@wannartcom) March 19, 2021