Kahkahanın Zaferi
(Hazırlayan: Northeaster)
”En azından bir kere dans etmediğimiz her günü yitirilmiş; hiç olmazsa bir kahkahanın eşlik etmediği her hakikati sahte saymalıyız.” Nietzsche
Yıllar önce okumuş olduğum Sanders / Kahkahanın Zaferi isimli kitaptan yola çıkarak, iktidarı ve sistemi mizah ile sorgulayan Sinema dünyasının eşsiz eserlerinden bahsedelim istiyorum.
Kısaca Kitabımızdan bahsedecek olursak; Sözlükler tanımlamakta zorlansa da, hah hah ha’yı hepimiz tanıyoruz: İnsani davranışın en neşeli, en “ciddiyetsiz” örneklerinden biri. Kahkahanın Zaferi’nde Barry Sanders, bu neşeli eylemin ardındaki yaratıcı ve bozguncu potansiyeli açığa çıkararak, kahkahanın gücünü yabana atanlara entelektüel bir nanik yapıyor.
Gülme insanoğlunun “kökdili”dir, edebiyata hayat vermiş olan en dolaysız dil: “Edebiyatın kökleri, çok çalışma, gözden geçirme ve ciddi betimlemede değildir. Edebiyat daha çok, bir spor gibi, oyun ve alaycı konuşmadan, esprilerden ve neşeli konuşmalardan doğup gelişmiştir.” Ne var ki kahkahalar her zaman özgürce çınlamamıştır. Kahkaha bozguncudur, tehlikelidir. Yersiz bir kahkaha, her şeyden daha büyük bir güçle, yetkili kişilerin iktidarını sarsabilir. Bu yüzden iktidardakiler, tarih boyunca bu tehlikeli sesi susturmanın yollarını aramışlardır. Ciddiyet ve ağırbaşlılık çağrısı kimi zaman dinsel dogmalardan gelmiştir, kimi zaman yurttaşlık ideallerinden, kimi zaman da toplum “adabı”nın gereklerinden.
Kahkahanın Zaferi, gülmeye ilişkin tutumlardaki kültürel değişimleri izlemeye Batı uygarlığının en başından başlar. İsrailoğullarının öfkeli Tanrısı’yla başlayan bu araştırma (Tanrı Eski Ahit’te kaç kere gülmüştür?) Antikçağ, Ortaçağ, Rönesans ve Aydınlanma’yı kat ederek günümüze, Freud’a ve stand-up komediye kadar uzanır.
Tarih boyunca durmadan anlam değiştirmiş olsa da, Sanders’a göre kahkaha her zaman “köylülerin ve kadınların” dünyasıyla bağlantılı olmuştur; gülme aslında bir “yeraltı hareketi”dir, sesini duyuramayanların sesidir. Kahkaha, bayağılık ile erdemi, cennetlik ile cehennemliği, görgülü ve incelmiş sınıflar ile kaba saba, yontulmamış güruhları birbirinden ayırt etmenin anahtarı olmuş, hatta giderek, gülme heveslileri (“çatlaklar”, “toplum kaçkınları”) toplumun suçluları gibi görülmeye başlanmıştır.
Ciddiyetin meziyet sayıldığı, “karı gibi gülme!” diye küfür edildiği, asık suratlı politikacıların ve heykellerin iktidarı temsilen dört yanımızı kuşattığı bir kültürel iklimde, kahkahanın neşeli yıkıcılığını açığa çıkaran çok önemli bir kitap
Mizah Toplumsal Başkaldırıdır
Charles Bukowski’nin, “Cehennemde kahkaha eksik olmaz,” notunu düştüğü mizah toplumsal başkaldırıdır; tabancadaki mermidir.
Ortaçağda olduğu gibi modern çağda da kutsal, ilahi, değişmez, dokunulmaz, sorgulanmaz olarak kabul edilen yerleşik değer ve katılıklar, mizah eylemi ile “buharlaştırılır”. Mizah, egemen değerleri itibarsızlaştırıp, dünyevileştirirken; baskıyı ters yüz edip, korkuyu azaltırken; bir şeylerin değişmesi gerektiği duygu ve düşüncesini güçlendirir.
“Gülmek devrimci bir eylemdir” diyenler boş bir laf ediyor değiller. Bir kahkaha atmak için bile “mevcut değerlere”, “dini öğretilere” karşı çıkmak zorundayız hepimiz. Nasıl bir kuşatma altında olduğumuz ortadayken; “gülmek” için çok ama pek çok uğraş vermek ve dik durup, diklenmek durumundayız.
Kolay mı? Gülme korkunun ve acının en güçlü panzehridir. Özgürlük gülme ile örtüşür. Mizaha izin verilen yerlerde, özgürlük vardır. Bu yüzden direnişin olduğu toplumsal mekanlarda yaşanan birçok acıya karşın mizah üretimi yükselir. Nazi rejimi altındaki Çek direnişinin en önemli silahı yaygın bir şekilde üretilen mizahtı. Hayatı daha katlanabilir kılıyordu.[9]
Resmi ve otoriter kültüre meydan okumakla mükellef olan gülme eylemi, korkunun kaynağı olan kutsal nesneyi sıradanlaştırır. “Kutsal”ın büyüsünü, ona değin yanılsamaları bozar. Çünkü ağlamak pasif direniş, gülmek de başkaldırırken; mizah bir tepki, itiraz, isyandır; direncin en anlamlı simgesidir.
Büyük Diktatör (The Great Dictator) (1940)
“Nefret geçer, diktatörler ölür. Halktan aldıkları iktidar, halka geri döner. İnsanlar ölür, hürriyet ölmez.”
Edward Said entelektüeli tarif ederken "Kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir... Bence entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir" der.
Chaplin, tam da Said'in tarif ettiği şekliyle entelektüel jargonuna ait sahneler yerleştirir filme.
Amerika Birleşik Devletleri'nin henüz savaşa girmediği, Almanya'da tam olarak ne olup bittiğinin çok da fazla bilinmediği zamanlardır. Ancak Chaplin'in bildiğin bir şey vardır ki o da diktatörlüklerde demokratik kurumlar ve ögelerinin bu rejimler için büyük tehlike oluşturduğu bu yüzden kıyıma kadar varabilecek kontrol mekanizmaları geliştirildiğidir.
Umberto Eco'nun tanımını ödünç alırsak "Büyük Diktatör" filmi izleyenleri için tam bir "Açık Yapıt" özelliği sergiler.
Bu yüzdendir ki gerek bilim, sanat ve düşün çevresi, gerekse izleyicileri tarafından sayısız kere yorumlanmış, farklı disiplinlerde akademik literatüre girmiştir.
Evrensel özelliği, Chaplin'in entelektüel pratiği ve dahice öngörüsü nedeniyle sadece 20. yüzyılın ilk yarısında hüküm süren faşizme değil tarihte daha önce de yerini almış ve sonrasında da alacak olan adı ne olursa olsun bütün zorba rejimlere, iktidarlara ait ipuçlarıyla doludur.
Filmin iki baş karakteri olan Tomania (Almanya) diktatörü Adenoid Hynkel (Adolf Hitler) ve Yahudi Berber'i de yine Charlie Chaplin canlandır.
Tomania’nın Büyük Diktatör’ü Hynkel, bir yandan ari bir ırk oluşturma çabasındayken diğer bir yandan da yeni savaş teçhizatları geliştirmeye çalışır. Ancak bütün sinsi planları ona birebir benzeyen Yahudi bir berber tarafından alt üst edilir. Kahkaha attırarak iktidarı sarsan filmler çeken Chaplin, The Great Dictator ile sadece 20. yüzyılın ilk yarısındaki faşizme değil öncesi ve sonrasına da seslenir. Aslında hiç de komik olmayan bir olguyu ters yüz ederek, gülünecek hale getirerek, mizah ile, içimizdeki bir şeyleri değiştirme arzusunu körükler.
Noviembre (November) (2003)
“Dünyayı değiştirmek istemiştik ama perişanca yenildik. Şimdiyse değişmemek için ben dünyaya direniyorum.”
Yakın gelecekte, bir grup aktör, insanların birbirleri için karşılıksız hiçbir şey yapmadıkları, aşırı bireyci doksanların son dönemini hatırlar. Oyunculuk okulunda hayal kırıklığına uğrayan ve hocasının basmakalıp deslerinden bıkıp sokaklara yönelen Alfredo Baeza'nın öyküsü anlatılmaya başlanır. Alfredo, sanatın dünyayı değiştirebileceğine ya da, belki daha doğrusu, dünyanın vaziyetini değiştirirebileceğine hala inanmaktadır. Özgür düşünceli arkadaşlarıyla biraraya gelip "Kasım" adını verdikleri tiyatro grubunu oluşturur; para kabul etmeyeceklerine dair temel bir prensibe dayanan kendi manifestolarını yaratırlar. Metro, caddeler ve herhangi bir kamu alanı sanatsal yaratıcılık mekanına dönüştükçe eğlence başlar. Oyuncular yoldan geçenlerle karşılıklı ileşitim kurarlar: oyun oynar, şarkı söyler, çılgın kostümler giyip danseder, kendilerini ifade etmek için pek çok farklı yöntem denerler. Polis malzemelerine el koyduğunda, bu grubu sadece daha fazla ateşler ve performansları gittikçe daha yüklü bir sosyal bilinç kazanır. Gerilim artar, ancak grup para karşılığı bir iş teklifi aldığında hangi yoldan gitmeleri gerektiği konusunda oyuncuların fikirleri birbirlerinden farklıdır…
Son yüzyılda canına okuduğumuz sanata dair yakılmış bir ağıttı noviembre. bir film ne kadar rahatsız edici olabilir veya bir film ne kadar şey anlatabilirin cevabıydı. kanımca, bugüne dek yazılmış bütün sanat eleştirilerinden, sanat galerilerinde sanatın neden hasta olduğuna dair iğneliyici bir yapıda sergilenen eserlerin pek çoğundan daha işlevsel ve.. ve, ve'si yok aslında. işlevsel olması yetiyor. çünkü bugüne dek noviembre dışında yazılıp çizilen çok az şey bu kadar işlevsel bir manaya sahip olabildi.
tutunamayanlar'da selim ışık'ın geri dönüşü anlatılır. selim'in geri dönüşü mesih'in geri dönüşü gibi olacaktı. selim'in 2. kez dünyaya dönüşü yerküreyi daha iyi bir yer haline getirecek ve insanları derin uykularından uyandıracaktı.. noviembre'de izlediğimiz vukuat, bir bakıma aslında tam da selim'in geri dönüşüdür. tutunamayanlar'da 700 sayfa boyunca anlatılan iç çekişlerin görsele kavuşmuş olması gibidir. oğuz atay'ın bu filmi izleyebilmesini çok isterdim. noviembre'yi izlerken gözleri nasıl da çakmak çakmak parlardı kim bilir?..
noviembre nedir?
tiyatronun sahneden ipini koparıp sokaklara inmesidir.
noviembre nedir?
edebiyatın sayfaları bırakıp sokaklara düşmesi ve reklam panoları altında ağza alınmayacak cinayetler işlemeye başlamasıdır.
noviembre nedir?
kafayı yemiş anne hijyenine siktiri çekerek, anne halıları üzerinde çamurlu ayakkabılar ile deli gibi tepinmektir.
noviembre nedir?
bir kiliseye ya da bir camiye zil zurna sarhoş girerek, tanrı'ya "neden böyle olduk biz?" diye bağırmaktır.
noviembre nedir?
bir filmin ötesinde, itü sözlük'tür ekşi sözlük'tür noviembre. hiçbir çıkar sağlamadan ve hiçbir doğruya ya da yanlışa dalkavukluğu etmeden aklından geçeni söyleyebilmek, "krallar çıplak!" diyebilmektir.
noviembre nedir söyleyim; chuck palahniuk gibi sefillerin fight club gibi kitaplarda mide bulandırıcı bir yüzeysellikte yarattığı "çok boş yaşıyorsunuz" tanımının gerçekte olması gerektiğidir. dünya'da gerçeği arayanlar için 2 yol vardır; hiçbir alt yapısı olmayan kitleler tyler durden'ın yarattığı amaçsız ve sefil yıkımı takip ederken, kadim dünyanın alacalı koridorlarını arayanlar için noviembre'de eşi benzeri görülmemiş doğumlara ve gayba açılan koridorları vardır.
bir filmden ötesiydi. sinema'nın yaratıldığı günden bu yana sinemanın başına gelmiş en güzel ve sanatın ve comfortably numb kayalıklarında yara bere içerisinde kalmış herkes için olabilecek en iyi şeylerden birisiydi kanımca.
"sanatımı öldürdünüz!"